Herkes gittikten sonra Şükran annem tabak çanakları kaldırıyor, etrafı topluyordu. Ben de yerime çakılmışçasına durup, sessizce onun neler yaptığını izliyordum. Gerçekten de benim varlığımı unutmuş gibiydi.
Her ne kadar misafirlerine çok çıkışmış olmasa da az önce olan bitenden hiç hoşlanmadığı ortadaydı. Kendi kendisine söylendiğini duyuyordum: “Ben örnek olmayayım, sen örnek olma eee ne olacak peki? Umursamayalım ve toplum yapısı da böyle böyle bozulsun öyle mi? Her şey göstermelik olmak zorunda değil bu hayatta! Bazı şeyler insanın içinden gelmeli, ahlaki değerlere önem vermek gibi mesela! Etrafta çoluk çocuk olmayınca sınır yok düstur yok, çocuklar, yaşlılar olunca da tam tersine her şey ölçülü… Oh ne riyakârlık ya! Bu yaştan sonra benim de böyle ikiyüzlü arkadaşlarım olsa ne olur olmasa ne olur? Gönderdim iyi ettim, ruhum kirlenmedi hiç değilse… Ne o yalnızlığımı gidermek için kedi getirmişler, bu kafayla çevrenizde insan kalmaz sizin, kendinize de birer dost edinseydiniz bari!” dedi ve son cümlesiyle birlikte duraksadı. Etrafı gözleriyle taroyordu. Anlamıştım ki beni arıyordu…
Kanepenin dibinde, beni bıraktıkları yerdeydim. Korkmuştum, ya öfkelenip onları evden gönderdiği gibi beni de onların emaneti olduğum için istemeyip, yollamaya kalkarsaydı? Çok küçüktüm, dönüş yolunu bulamazdım... Belki meydandaki pastaneye koşsam, beni getiren o iki kadını orada kahve içerken yakalar mıydım? İyi de oraya kadar olan yolu nasıl yolu hatırlayacaktım? Buraya sepette geldiğim için etrafı koklama şansım olmamıştı, iz sürmem mümkün değildi… Kadınlar giderken beni neden yanlarına almamışlardı ki?
Şükran annem sonunda nerede durduğumu fark etmişti. Göz göze geldiğimizde ürküntüden ötürü tüm vücudumun kaskatı kesildiğini hissettim. Başımı kaygıyla süratle önüme doğru indirdim. İstenmediğimi duyabilirdim ama onun bunu ifade ederkenki halini görmek istemiyordum. İnsanlar da öyle miydi bilmiyorum ama işittiğin bir tatsızlığı belki mırıldanacağın tatlı bir ezgiyle perdeleyebilirdin fakat gördüğün olumsuzluk o ya da bu şekilde gözünün önünden gitmeyebilirdi... Sen de o gözünün önündeki o sahneyle aynı acıya saplanıp kalırdın… Şu kısacık ömrümde, bugün yaşamak zorunda bırakıldığım annemden, kardeşlerimden rızam olmaksızın ayrılışımı nasıl da gözlerimin önünden atamıyor idiysem ikinci annemin beni evden kapı dışarı edişine de şahit olmak, unutamayacağım bir ikinci anıyı görsel hafızama kazımak istemiyordum. İşte bu yüzden küçük ve çaresiz de olmanın utancıyla başımı önüme eğdim. Kaderime razı gelerek, duyacağım kötü sözlere kendimi hazırladım… Ve üzüntümü hafifletmek, duyduklarımı tahammül edilir kılmak için kendi kendime bir şarkı söylemeye başladım. Bu benim içgüdüsel olarak yaptığım bir şeydi. Göğsümü titreterek ses çıkartıyor, şarkıyla gerginliğimi baskılamaya çalışıyordum.
Şükran annem bana doğru yürüdü. “Ah sen burada mıydın? Çok özür dilerim, seni nasıl da unuttum! Gel bakalım annenin kucağına küçük tatlı” dedi ve beni avuçlarının arasına nezaketle alarak yukarı doğru kaldırdı. O kadar şaşırmış ve heyecanlanmıştım ki şarkımı daha da yüksek sesle söylemeye başladım. Annem ellerinin arasında “Sen gurulduyor musun? Yerim seni!” dedi. Guruldamıyordum, dediğim gibi şarkı söylüyordum ama o buna guruldama demek istiyor idiyse tabii ki onu düzeltecek ve kıracak değildim. Ne de olsa o benim korktuğumu yapmamış, beni kovarak, kalbimi kırmamıştı.
“Karnın aç mı küçüğüm senin? Seni doyurmam lazım” dedi. “Ama hepsinden önce sana bir isim bulmalıyız, her dakika ‘Küçük’ diyemeyiz” diye ekledi. Birbirimize bakıyorduk ve şarkım devam ediyordu. Annem duymuş olmalı ki gülümseyerek “Bu kadar güzel guruldayan bir kedinin ismini çokta fazla düşünmeye gerek yok, senin adın Mırmır olsun” dedi. Artık benim de bir adım vardı…