“Bu seninle benim beraber geçireceğimiz ilk sonbahar Mırmır” dedi Şükran annem beni lojmanımızın bahçesinde gezdirirken. Artık biraz büyümüş ve aşılarım da yapılmaya başlamış olduğundan bağışıklığım daha kuvvetliydi ve annemin gözetiminde dışarıya çıkabiliyordum. Küçük patilerimin yumuşak çimene değdiği o ilk anı hiç unutamıyorum. Çok büyük bir rahatlama hissetmiştim. Ne kadar merakla etrafı koklayıp, küçük kalkık burnumu bahçedeki her bitkiye ve ağaç dibine sinmiş olan farklı kokuları algılamak için nasıl da merakla soktuğumu anlatamam. Şükran annem benim kâşif ruhuma saygı duyuyor olmalıydı ki her akşamüstü yaptığımız bahçe gezilerimizi asla aceleye getirmiyor ve beni olabildiğince hür bırakıyordu… O kitabını alıp, kendi köşesine çekilircesine dut ağacımızın altına oturup, ayakkabılarını çıkartıyordu. Dediğine göre çimlere basmak insan vücudundaki elektrik yükünü dengeliyordu. Onun tabiriyle topraklandıkça, yorgunluğundan ve üzüntülerinden arınıyordu. Ben de gezinip, koklamaktan yorgun düştüğümde gurlayarak onun yanına gidiyor, ayağının dibine kıvrılıyordum.
Şükran annem doğadaki her varlığın insanları duyduğuna, anladığına ve hatta onlara cevap verdiklerine yürekten inanıyordu. O yüzden de pek çok insanın muhakeme kabiliyetinden noksan saydığı, dilsiz oldukları için iletişim kuramayacaklarına inandıkları ağaçlarla, hayvanlarla irtibat kurmaları halinde alacakları cevapların onların bir şekilde yüreklerine dolacağını, kulaklarına fısıldanacağını veya akıllarında belireceğini söylerdi. Bundan o kadar emindi ki tüm bahçeye her akşamüstü sesli şekilde kitap okurdu. O akşamüstü bize Yılmaz Güney’in Sevgi ve Dostluk isimli şiirinden “Kavgayı, bir yaprağın üzerine yazmak isterdim sonbahar gelsin yaprak dökülsün diye… Öfkeyi, bir bulutun üzerine yazmak isterdim yağmur yağsın bulut yok olsun diye… Nefreti, karların üzerine yazmak isterdim güneş açsın karlar erisin diye…” dizelerini okumuştu. Hepimizin, en başta da Dut’un, sonbaharın böylesi bir huzuru telkin edebileceği gerçeğini anladığında gözlerimiz dolmuştu. Sormak istemiştik annemi bu kadar yalnız ve hüzünlü olmaya iten neydi diye ama işin gerçeği hiçbirimiz cesaret edememiştik… Sadece bahçedeki tüm ağaçlar o duydukları dizelerden sonra gönüllü bir şekilde bir iki yaprağını yere dökmüş ve onun içindeki acı da her neyse, tıpkı öyle kopsun gitsin, bir sonraki bahara ruhu tekrar mutlulukla yeşersin istemişlerdi.
“Ben bir sonbaharda terk edildim” deyivermişti bir akşamüstü... Hepimiz kulak kesilmiştik. Gözyaşlarına engel olamayarak: “Beni mezhep farklılığından ötürü sevmeye devam edemeyeceğini söylemişti” dedi. Hepimiz anlamıştık, sevdiği onu bırakıp gitmişti. O yüzden yalnızdı. O yüzden yüreği ağırdı. Bahçenin en yaşlılarından birisi olan mavi çam ağacı ona: “Eğer sen farklılığın için yalnızlaştırılmamış olsan herkes gibi olurdun. Evet, bunun senin kalbindeki acıya bir teselli olacağını sanmıyorum ama yine de en ufak ayrıntıyı görebilmen, tek tip olmayan şeyleri sevgiyle kucaklayabilmen hep bu yüzden…” dedi. Begonvil sonbahardan ötürü hafif sararmış yine de pembe olan saçlarını savurarak “Şükran bizim varlığımızın farkında olduğun ve bize saygı duyduğun için hepimiz seni ne kadar çok seviyoruz biliyor musun?” diye sordu. Annem dikkatle bahçemize bakıyordu. Onları benim duyduğum şekilde duyamadığını biliyordum ama o, ona konuşulduğunu hissediyordu. Her kadın gibi o da doğa anaya içsel bir şekilde bağlıydı ve bizim ona demeye çalıştıklarımızı bir şekilde algılıyordu. Göz yaşlarını silerken: “‘Çocuklar, ırk ve din bilmezler, insan ayrımı yapmazlar. Ölçüleri sadece sevgidir. Nefreti, büyüklerden öğrenirler’ diyor Martin Luther King” dedi. “İşte bu yüzden öğretmen olduğum ve her zaman çocukların saf sevgisiyle yıkandığım için minnettarım” diye devam etti. “Bir de bu yaşadıklarım sayesinde hayatın farklılıklarına saygıyla bakmayı öğrendiğim için” dedi. O sonbahar doğa nasıl yeşilin, sarının, kırmızının, kahverenginin binlerce tonuna bürünüyor idiyse hayatın da insanları binlerce tona, makama, katmana ayırdığını ve tüm o bölünmüşlükten sadece severek, gerçekten çocuk kalmayı seçerek kurtulunabileceğini öğrenmiştim. Her ruh, ömründe mutlaka bir sonbahar yaşardı, o son baharın sonunun nasıl biteceği ise sadece onun yüreğine bağlıydı…