HEMEN MAGAZİN İZMİR'E ABONE OL!

Ilber Ortayli

İZMİR’İN KURTULUŞU

Magazinizmir

İlber Ortaylı, en önemli Türk tarihi profesörlerindendir. Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olan Profesör Ortaylı, 71 yaşındadır .Halil İnalcık’ın öğrencisi olan Ortaylı, yaptığı araştırmalarla ve yazdığı kitaplarla tarihimize ışık tutmuştur. Entelektüel kişiliği ile dikkat çeken profesör; ülkemizde, neredeyse bütün kesimlerin saygısını kazanmıştır.

 

 

Türk tarih profesörü, Türk Tarih Kurumu “Şeref Üyeleri” arasında yer alan İlber Ortaylı 21 Mayıs 1947 tarihinde Bregenz, Avusturya’da dünyaya gelmiştir. Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak doğan Ortaylı, iki yaşındayken ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etti.

Ortaylı, 1965’te Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun oldu.

1970’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünü bitirdi. Halil İnalcık, Mümtaz Soysal, Seha Meray gibi kişilerin öğrencisi oldu. Viyana üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü’nde eğitim gören İlber Ortaylı, yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi’nde Halil İnalcık ile yaptı.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1974 yılında doktor oldu. 1979 senesinde de “Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu” çalışmasıyla doçent oldu.1982 tarihinde devletin akademik politikalarına tepki olarak istifa etti.

Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı.1989’da Türkiye’ye dönerek profesör oldu.Yerli, ve yabancı dergilerde Osmanlı ve Rus tarihi ile ilgili makaleler yayınladı.2002 senesinde Galatasaray Üniversitesi’ne, iki yıl sonra da Bilkent Üniversitesi’ne konuk öğretim üyesi seçildi.2005 senesinde Topkapı Sarayı Müzesi başkanı oldu. 2012’de yaş haddinden emekli olan Ortaylı, görevi Ayasofya Müzesi başkanı Haluk Dursun’a devretti.

Birçok kitabı bulunan İlber Ortaylı, şu an Galatasaray Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi’nde Türk Hukuk Tarihi dersi vermektedir.İlber Ortaylı, 2017 senesinde düzenlenen 29 Ekim Resepsiyonu'nda, Tarih alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülü aldı.

İlber Ortaylı: Gazİ Mustafa Kemal Atatürk'ü yazmak İçİn 70 yaşıma kadar bekledİm


 


 


 

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Atatürk'ü yazmanın kendisi için bir vazife olduğunu ve bu kitabı yazmak için 70 yaşına kadar beklediğini belirterek, hayatı boyunca Atatürk ile ilgili çok az yazdığını aktardı.

 Bugüne kadar biriktirdiği notları olduğunu vurgulayan yazar Ortaylı, şu bilgileri verdi:

 "El yazısıyla yazıyorum. Yazıp da unuttuğum notlarım vardı. Yavaş yavaş bir araya getirdim. Bu yaştan sonra da daha fazla beklemek niyetinde değilim. Bu kitabı yaptım. Çünkü inanıyorum ki Atatürk için yazmak, her Türk aydınının görevi. Nasıl yazarlar, ne yaparlar, bilmiyorum. Tercih edilecek şey daha samimi, bilimsel olarak kaleme almaları. Hiç şüphesiz ki Atatürk'le ilgili bir çevreyi tanıdım. Başta Afet Hanım benim hocamdı. Çok değişik bir insandı. Türk Tarih Kurumu'nda Atatürk devrini yaşayan insanlar çoktu. Posta trenleriyle gezerdim. Kaçak bir çocuktum. Dolayısıyla her iki savaşta da Atatürk'ün ordusunda bulunan erleri, çavuşları tanıdım. O zaman onların henüz hafızaları yerindeydi. Yurt dışında bulunan diplomatları tanıdım. O dönemin bilginlerini tanıdım. Türk Dil Kurumu'nun çok önemli uzmanları vardı, Abdülkadir İnan gibi. Onlarla konuşmam oldu. Bu tip notlar çoktu. Bende Atatürk devri diye bir imaj uyandı. Ankara'da yaşamak da yardımcı oldu. İnanıyorum ki şimdi başkent Ankara, onun yarattığı, ondan sonra da sıradan bir şehir haline gelen bir yerdir. Yani demek ki fakir bir cumhuriyetin bozkır ortasındaki payitahtında bile bir renk, kendine göre bir hava olabiliyor."

 İlber Ortaylı, o dönemin Ankara'sındaki havanın bambaşka olduğuna işaret ettiği konuşmasında, Berlin hariç çok az başkentte, Alman mimar Bruno Taut'un eserlerine denk gelinebileceğini kaydederek, şunları aktardı:

"(Ankara'da) İki önemli binası var. Birinde liseyi okudum. Birinde yüksek tahsil yaptım. Her ikisi de şahane yapı. Berlin'deki 200'ü aşkın binanın içinde bu kadar manalısını görmedim. Demek ki o da ömrünün sonundaki olgunluğunu orada yaşamış. Bir yerin havası her yere geçiyor. Huyu öyle olduğu için burayla itişip gitmesine rağmen Paul Wittek'in bile o dönemi unutamadığını gördüm. 1930'ların Ankara'sı birçok insanın unutamadığı yerdi, eğer gelmişlerse. Bu bir hava meselesidir. Mesela Wilhelm Kempff gelip burada konserler verirdi. Hatta bir keresinde konseri berbat oldu ama o yine gelmeye devam etti resital vererek."

 

 


 Ortaylı, Türkiye'nin, bir şeyler yapan, ortalığı karıştıran, sağa sola giden, kimsenin keyif için bile gezmeye cüret edemeyeceği, cesaret gösteremeyeceği, Sibirya'nın steplerini aşıp iş arayan, iş yaratan insanlar ülkesi haline geldiğini belirterek, "Bütün bunlarda bir ruh var ve o ruhu borçlu olduğumuz bir adam (Atatürk) var." dedi.

 "Çok önemli bir adam" diye nitelendirdiği Atatürk'ün, Türkiye'ye bir dönem yaşattığını dile getiren Prof. Dr. Ortaylı, "O renk bugün yok. Fakat fazla da karamsarlığa lüzum yok. Türkiye çok değişti. Çok başka bir yerlere gitti. Eksik yönleri ve daha ileri yönleri var o devre göre." diye konuştu.

 Başka yere bakmayı bilen, başka özlemleri olan, değişmek isteyen toplumlar içinde en başarılı olanların Türk kavmi olduğunu anlatan Ortaylı, "Batı'ya baktığınız zaman, bize göre tembel insanlar var. Çalışmıyorlar. Bize böyle deme zevkini veriyorlar. Sanayilerini geliştiremiyorlar. Orada böyle bir şey var. Onun için bu hızı ve böyle bir atmosferi korumak zorundayız." ifadelerini kullandı.

 İlber Ortaylı, Cumhuriyetin, Kemal Atatürk, kanun, nizam ve hukuk anlamına geldiğini vurgulayarak, Türkiye'deki hukuk sistemine anlam veren reformun babasının Atatürk olduğunu söyledi. Bunu birçok kimsenin yeterince takdir edemediğini dile getiren Ortaylı, bu nedenle ya karamsarlık içinde olunduğunu ya da yanlış şeylere imza atıldığını kaydetti.

20. yüzylın başında İzmir henüz yeni yeni gelişen bir bölgesel merkezdi ve sadece iktisadi hayatta değil, nüfusta da Türk Müslüman halkın payı fazla değildi. Birdenbire İzmir'in nüfusu arttı ve kent Türkleşti, Müslümanlaştı. Balkanlarda ve adalarda yaşanan facialarla yeni bir şehir ortaya çıktı ve
bu sehir çok kısa bir zaman sonra bütün bir dünya savaşının bedelini ödercesine, âdeta harbin tek suçlusu ve mücrimiymiş gibi istila ve işgale uğradı. Bu işgalin sonunda ise bir direniş gösterdi. Balkan Savaşı ve Rumeli'nin kaybında dahi bu kadar sıkıntı yaşanmadığı açıktı. Yunanistan 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri'nin ve özellikle ciddi bir iç muhalefete rağmen Lloyd George ve Eleftherios Venizelos’un ittifakı sayesinde İngiltere’nin ittirmesiyle İzmir’e çıktı. Üç yıl üç ay sonra tarihinin en önemli faciasını yaşayarak șehri terk etti. Bu gerçekçilikle ilişkisi olmayan siyasi bir programın iflasıdır.

2 Eylül 1922'de İzmir’deki Yunan yüksek komiseri, daha doğrusu İzmir ve civarına Venizelos tarafından tayin edilen Vali Aristidis Stergiadis, memurlarına arşivleri toplamaları, önemli kısmını imha etmeleri ve şehri boşaltmaya hazır olmaları emrini vermişti.
30 Ağustos bozgunundan beri Batı Anadolu, Yunan ordusundan ve yerli Rumlardan boşalıyordu. Sehirde görülmemis bir olaydı ama gerçekten kıtlık vardı. Güvenlik hic kalmamıştı, üç yıl üç aylık işgalin sona ereceği belliydi.
Stergiadis hiç şüphesiz İzmir’ in Helenleştirilmesi programının başındaydı. O, bu planı bir ölçü ve düzenle, Türkleri de fazla ezmeden uygulamak gerektiğini anlamıştı ama herkesin, özellikle de etrafındakilerin bunu anladığını söylemek mümkün değildi. Sonuç hazindi, 1922'de ayrılırken Stergiadis in en büyük düşmanları Rum-Ortodoks kilisesi ve İzmir'in Yunanlılarıydı, sinirleri bozulmuş olarak görevini bitiriyordu.
Aristidis Stergiadis, Yunan cumhuriyetini kuran ve galip devletlerin gözdesi "Büyük Giritli" denen Elefterios Venizelos'un yakın çevresindendi ve İzmir'e tayin edilen memurların içinde, hukukçuluğu dışında Îslam hukuku üzerindeki bilgisiyle de tanınıyordu.
Bunlar belki yeterli nitelikler değildi, Stergiadis, Epir( Yanya) valiliği yapmıştı, orada azınlıkların hukukuna riayet eden bir memur olarak tanınmıştı. İzmir’de de doğrusu temel iktisadi prensiplerin dışında, Türklerle Yunanlılar arasında ayrım yapmaya çalıştı. Daha evvelki valilerden İttihatçı Rahmı Bey ‘in aksine şehrin Levanten aileleriyle de fazla yakınlık kurmadı.Onların gözünde seçkin bir centilmen sıfatı kazanmadığı gibi, bölgenin Rumlarıyla da arası bozuldu. Cünkü İzmirli Rumlar, bilhassa iş adamları bu işgalden çok büyük kazançlar bekliyorlardı. Sonunda üç yıl boyu her hareketi ve girişimi önplanda kilise memurları ve izmir’deki Helenler tarafından sabote edilen vali olarak Izmir'i terk etti.
Giles Milton'un Kayıp Cennet’ inde fazla abartılarak,kozmopolit bir dünyadan bahsediliyor. Ancak bu kozmopolit dünyanın içinde adamakıllı gerilimler vardı. Üç yıllık işgalde Yunanistan ve Ege’deki Yunan halkı çok fazla sey beklediler. Stergiadis gibileri de bu ölçüsüzlüğü önleyemedi ve beklenen son geldi.


1922' nin Türkiyesi gerçekçi bir kumanda heyetiyle ulaşmasi gereken noktaya gelmişti. Başkumandan Meydan Muharebesi' ndeki süratli hareket emri, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin doğal sınırlarının Akdeniz olması üzerinde yoğunlaşıyordu. Dokuz asırlık Türk tarihi, Orta Asya ve Horasan ikliminden Akdeniz'e yönelmeyi ve ulaşmayı amaçlamaktaydı. Binaenaleyh, imparatorluğun bu mirasının elden çıkmasını Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ne askerî dehası ne de medeniyet tarihi anlayışı uygun görürdü. Ordulara yönelik "İlk hedefiniz Akdeniz’dir" emri, işte bu konuyla igili kesin bir emirdir ve meydan savaşının kazanılmasından dokuz gün sonra ordular İzmir’e bu emirle girmişlerdir. İzmirin istirdatında yerli Rum nüfus büyük zarar gördü, yer-
lerini terk etmek zorunda kaldılar. Şehrin uğradığı büyük yangının nedenleri ve tertibi hala tartışılmaktadır ve politik malzeme konusudur.Zamanın getirdiği itidal içinde olayın daha mantıklı şekilde araştırılıp değerlendirilmesi gerekir.İşgal boyunca halen nüfus ve Yunan işgal ordusuyla ilişkisi olan ermeni cemaati büyük ve ani bir kayba uğradı.İşgal kuvvetleri ile değil de yerli Türkler ve idarecilerle hareket eden yahudi cemaati ise İzmir’in yerli Müslüman nüfusuyla daha iyi geçindi ve bu uyum daha sonrada devam etti.

Üç yıllık işgalin son aylarında Yunanistan , Ege’de kendine bağlı ve paralel bir İyonya Cumhuriyeti kurmaya çalıştı,Yunan milli bankası İmzir ve Ayvalık’ta şubeler açtı.İyonya Cumhuriyeti bir de ordu kurdu ve yerli Helen nüfus askere alındı.Bu andan itibaren vatana ihanet durumu söz konusudur,üniformali isyancı böyle tarif ediliyor.Kozmopolit barışsever İzmir artık sona ermiști.

9 Eylül 1922 ise bu dönemin kapanışıdır.
1922 yılının 30 Ağustos'u Başkumandan muharebesi'nin kazanıldığı, Yunan ordularının askeri ve stratejik anlamda dağınık olarak ricata başladıği gündür. 1922 Ağustosu’nda Anadolu'daki ordularının yenilgisi ve Başkumandan Trikopis’in tesliminden sonra, birliklerin ricatı bir kaos ve yangın yarattı.1

Eylül'de Başkumandan emri ordulara ilk hedef olarak Akdeniz’i gösteriyordu, yani sonradan adı Ege Denizi'ne çevrilen denizin kıyılarını.. Bu konu da İzmir
yangını kadar tartışılmaktadır.
Esasında bu umulmadık bir gelişmeydi. Zira Kurtuluş Savaşı'nın başlarında, hatta Sakarya Zaferi sırasında dahi bir çok ciddi kumandan ve Anadolu hareketini destekleyenler merkezi Anadolu, Karadeniz kıyıları, Çukurova ve Doğu Anadolu ile yetinmenin o anda daha gerçekçi bir strateji olduğunu düşünmüşlerdir. Îzmir'in ve Bursa' nın kurtarılması idealinin bu kadar çabuk gerçekleştirilmesi, Mustata Kemal Paşa’nın askerî dehasıyla açıklanabilir.
1919 Mayısi' nın başında Venizelos ve kendisine tabi kumandanlar kralı devirme eylemini Ízmir'e çıkışla taşlandırmışlardı. Yorgun Britanya, askeri kuvvet olarak savaşa geç girmiş ve az yıpranmış Yunanistan'ı tercih etmişti
Venizelos siyasi mahfillerde günün adamıydı. Yunanistan Batı Anadolu'da İyonya denen eski Aydın vilayetinin (bugünkü İzmir, Aydın, Manisa, Denizli) yanı sıra, eskilerin Karya dediğii Muğla'nın da isgalini düşlüyordu. Düşlediği diğer alan Balıkesir-Bursa'yı da işgal etmekle kalmayacak, Eskişehir ve Ankara'ya doğru yönelecekti. Başlangıçta büyük iddialar içeren bu plan, ülke içinde tam bir fiyasko ile nihayete erecekti. Sonunda Yunanistan'ın Küçük Asya seferi bu ülke icin 1922-24 arasında nüfus mübadelesi ile sonuç-
lanan bir dizi olumsuz gelişmeler yaratt. Yunanistan'in yeni sakinleri işsiz, yeni

yurda uyum sağlayamayan kimselerdi ve daha önce pek tanımadıkları sol akımlara eğilim gösterdiler.

Atatürk'ün Kİşİsel Özellİklerİ


Türkçede son zamanlarda yaygın ve bazen yanlış olarak "karizmatik" kavramı kullanılmaktadır. Weberyen bir tabir olan, kilise literatüründen alınma ve Yunanca bir kelime olan karizma yanılmaz, güvenilir ile eş anlamda kullanılan bir kavramdır. Osmanlıcadaki karşılığı ise "sahibkırandır". Karizma kelimesi tam olarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi liderleri ifade ediyor. Yanılmasına ihtimal verilmeyen,
güvenilen bir lider... Kaldı ki Atatürk liderlik vasfıyla doğmuş, herkesin görmeyeceği şeyleri görebilen, ileri görüşlü ve bu sebeplerle de karızmatik diye tavsif edilebilecek bir şahsiyettir. Karizmatikliğine şu iki örnek verilebilir: Ístiklâl Savaşı kumandanları, bilhassa kurucu ilk üç büyük kumandan (Mustafa Kemal Pasa, Ali Fuat Paşa ve Kâzım Karabekir), fevkalade kıymetli insanlar olmakla beraber içlerinde en olmayacak gibi görünen hedefleri işaretleyen Atatürk'tür. Diğer ikisi ise daha temkinli hareket etmişlerdir. Başka türlüsüde mümkün değildi, zira bu memleketi yönetenler Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük atılımlardan, ideallerden bahsetmiş, sonrasında ise olmayacak hatalar yapmışlardı ve bu hatalar her şeyden önce imparatorluğun cenaze namazının kılınmasına ve büyük insan kaybına sebep olmuştu, Mekteplerde okuyan gençler yedek subay olarak askere gitmişler ve geri dönmemişlerdi. Tarlalar kıymetli çiftçiden, kasabalar zanaatkâr esnaftan mahrum kalmıştı. Bu durum, kumandanlar da dahil olmak üzere, sivil ve askerî erkânın temkinli olmasına yol açmıştır. Birçoğunda en ziyade "Evet kurtaralım ama nasıl kurtaralım? Ne kadar kurtarabiliriz düşüncesi ve endişesi hakimdi.Gazi ise fevkalâde atılmcı bir ruha ve bir dehaya sahipti,
Doğru hesap yapmak ve kitleleri bu yönde etkilemek kolay değildir. Herkes vatanı seviyor ve kurtarmaya çalışıyordu, her kafadan ayrı ses çıkıyordu. Bu değişik gruplar nasil ikna edilip bir araya getirilecekti? Atatürk'ün başarısındaki en önemli faktör fevkalade vazgeçmez bir iradesinin olmasıdır. Adeta Rumeli inadı vardır. Olmal" dediği an, "olabilir" yoktur. "Olmalı dediği an, oluyor, onu olduruyor. Bu herkes için lazım bir șeydir. Sanatçı için de bilim adamı için de lazımdır. Gerçekten yaratacak, atılımı yapacak iş adamı için de lazımdır. Bir kumandan için, bir siyasetçi için ön planda lazımdır. Atatürk milliyetçidir. Bir Türk milliyetçisidir ama bunun yanında evrensel bir adamdır. Barışçıdır, dövüşmesin bildiği gibi barışmasını da bilir. "Mecbur kalmadıkça savaş bir cinayettir demiştir. Izmir in kurtuluşu sonrasında hükümet konağına girerken merdivenlere serilen ve "Onlar isgal ettiklerinde Türk bayrağını yere sermişlerdi denilerek çiğnemesi istenen Yunan bayrağını kaldırtıp, "Bayrak
bir milletin namusudur, ayaklar altina alınamaz" diyecek kadar gerçek șövalyedir. Bir entelektüel olduğu hakikattir. Araştirmayı sever, iyi giyinir, buna özen gösterir, fotoğraf çektirmeyi sever ve bilir. Bütün fotoğraflarında duruşu bir eğitimle mümkündür. Boyu 1.68 cm civarında tıpkı kozmonot Yuri Gagarin (o da 1.58 cm) gibi fotoğraflarda uzun görünüyor. Vücut ölçü ve nisbeti yerinde ve kitleyle iletisimde bunu kullanıyor.

Akıl ve bilimden yanadır. Fransa'nın etkisi bu kusak etraflıca görülür. Tabii ki bir devrimcidir, reformisttir. Cünkü ülkesinin reforma ihtiyacı vardır. Aşçı, yaver, șoför, garson gibi yakınındaki kişilerin ifadelerinden şunları görüyoruz. Gazi gayet mütevazi, görgülü ve nazik bir insandır. Müsrif ve aşırı tüketici olmadığı, hesapli davrandığı açık. Balkanlar’da ve Sark'ta bu gibi önderler iktidara mütevazi adamlar olarak gelirler. Ancak arkalarında birçok çocuk ve akrabalardan oluşan zengin bir zümre bırakırlar. Atatürk iktidara geldiği gibi dünyayı terketti. Emlakı ve parasını kamuya bıraktı, yakınındaki manevi kızlarına maaşlar bağladı. Çankaya’da hayatın mütevazi
bir reisicumhurunki gibi olduğu anlaşılıyor. Çok iyi bir hatip olduğu da bir gerçektir. Alkolle olan ilişkisi uç derecede değildir. Sarhos olup, kendinden geçtiği vaki değildir. Tam bir sigara tiryakisi ve kahve müptelasıdır.Balkanlılar gibi o da kahveyi çok severdi. Iştahlı birisi değildi, yemek yemeyi cok sevmiyordu. En çok kuru fasulye ve ayranı severmiş. Batılı yemeklerden hazzetmez, hep Türk yemeklerini tercih edermiş. Mesela peynirli omleti de çok severmiş. Az yiyen, az uyuyan bir kisiydi. Hiç küfür etmezmiş. Birine kızdığında söylediği laf "inatçı katır” olurmuş. Tabii ki yerine göre sert hiciv yapabiliyordu ki iğneleme ile ilgili sayısız hikâyesi vardır. Türkçeyi düzgün kullanıyor yüzüyor, ata biniyordu ama bütün gün aşırı spor faaliveti yapmiyordu. Vücut duruşu ile fotoğrafı ayarlıyordu. Kadınlara iltifat ederken hiç zahmetine acımıyordu. Hatta hak etmeyen kadınlara bile iltifat ediyordu ve bundan da hoşlanıyordu. iltifat dağıtan, cömert birisiydi, çünkü iltifat da bir atıfettir. Mesela iyi dans ediyor, buna folklor da dahil. Resimlerden de görülebileceği gibi Balkanlar'dan gelen heyetlerle horon tepiyordu. Bu herkesi cezbediyordu. Askerler sivil kiyafete o kadar kolay intibak edemezler ama kiyafetleri çok iyidi. Bir de Atatürk sülaleden aristokrat, bir sürü kiyafet içinde yaşayan biri değildi. Bütün o zabitlerimiz gibi sıkıntılı bir hayattan sıkntılı bir işe geçen biriydi. Buna rağmen giyinmeyi çok iyi biliyordu. İran Şahı ile görüşmesinde Şah böyle daha babavari görünen bir adam ve Atatürk’de onun hemen karşısında effendi adam pozundadır. Şah'a katiyyen bir küçümsemesi, en hafif bir iması yoktur. Hâlbuki adam okumamıştır ve çavuşluktan çıkmadır. Atatürk ise birinci sınıf bir kurmaydı, hangi orduya koysan general olurdu. Mesela ulema takımı ile ilişkilerinde öyle, fazla ukalalık yapanlardan değildi. Ben o dönemi yaşayan insanları tanıdım. Abdülkadir Înan anlatırdı. Böyle bir tahakkümünü, büyüklüğünü görmemiş. Dil komisyonlarında onun bir paylaması vardır. Reşit Rahmeti Bey görmemiş ama bir kere Sadri Maksudi' nin canini yakmiş. Demek bazen tenkidde sert olabiliyordu. Kendisi ibadetine bağlı biri değildi, ancak ibadet edenlere hürmeti vardı. Fevzi Cakmak Paşa da dahil çevresinde namaz kılan pek çok insan vardı. Onlara genelde "Namazınızı da kılın, resim de yapın" dermiş. Dünya hayatından vazgeçmemeyi öğütlermiş. Kız kardeşinin anlattığına göre, Ramazan ayı ya da kandil geceleri gibi özel zamanlarda çok ihtimamlı olurmuş. Bazen kendisi de oruçlu olduğu halde kız kardeşine iftara gidermiş. Annesi için Kur'an okuturmuş. Yine Ramazan ayı geldiğinde ince saz ekibini köşke sokmaz, meşhur sofrasında içkiye yer vermezmiş. Misafirleri arasinda oruç tutan, namaz kılan olursa her türlü kolaylığı sağlatırmış. Çanakkale şehitlerinin ruhuna mutlaka her yıldönümünde Kur'an okuturmus. Kendisi de Kur'an okur, iyi okunmasını istermiş. Egitime çok önem veren cehalete düşman birisiydi. Milli Mücadele’nin en kırılgan dönemlerinde bile eğitim kongresi toplayacak ve bunu iptal etmeyecek kadar eğitimi önemsiyordu. Zirai ürünlerin ihracıyla geçinen bir ülkenin kıt imkanlarına rağmen yurt dışına talebe göndertmiştir. Sadece teknik dallar değil Arkeoloji, filoloji ve hatta Bizans tetkikleri için de öğrenciler gönderildi. Arkeoloji için gidenlerden Ekren Akurgal ve Hititoloji’ nin babalarından sayılan Sedat Alp önemli bilginler oldular. Bizantinistik için gönderilen dört gencin bu dalda kalmadığı dolayısıyla bu dalı geliştiremediği açık. Yabancı dile ayrı önem vermiştir. Çok iyi derecede Fransızca ve yeterli derecede Almanca biliyordu. Tabi bütün Makedon gençleri gibi Rumca (Yunanca) ve Bulgarcaya aşina idi. Konuşuyor, mektuplar yazıyor , çeviriler yapabiliyordu.

Cephede bile kitap okuyacak kadar gerçek bir kitap tutkunudur.Binlerce kitap okumuştur. Biraz da onun için büyük bir adamdır. Okuduklarının başında Reşat Nuri geliyor. Bütün kuşağı gibi şiirde seviyordu, ama şiirle düşünmekten çok, nesri seviyordu. J.J. Rousseau’nun “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” adlı eserini Fransızca’dan derinlemesine okuduğu biliniyor. Çankaya Köşkü kitaplığının taranmasıyla bilgiler artabilir.Okuduğu kitaplarda tuttuğu kenar notları ilginçtir.

 

 

Dünyada Atatürk


Bu konunun ve başlığın çok iyi araștırıldığı kanaatinde değilim. Mesela bașta Lioyd George' a daha sonra ise Churchil’e atfedilen "100 yılda bir, bir dahi gelir; Küçük Asya dan çıkacağını ben nereden bilirdim? sözü hâlâ belgelendirilmemiştir.Bu isimlerin ikisi de başbakan olduklarından konuşmaları toplanmıştır. Bunu araștırmak o kadar da zor değildir. Bunun dışında Churchill dünyada saygın bir siyasetci idi.Dünya lideriydi, vefatından sonra hakkında söylenenler ortadadır ve başardıkları nedeniyle uluslararası alanda büyük bir saygınlığı vardı. İngilizlerin muhafazakârı da, liberali de aslında ideal demokratik tavırdan uzaktır. Yukarıda daha ayrıntılı bahsettigimiz gibi, 1936 Haziranı'nda Hitler'in Berchtesgadendeki karargáhını ziyaret eden Lloyd George' un imzalı fotoğrafları basına yansımışt. Lloyd George'un Hitler’in "dâhi, yetenekli, tanıdığı en ilginç devlet adamı" diye öven konuşmaları ortadadır. 1914 ve 1920'den itibaren karşısında ideallerimiz ve vatan için çarpıştığımız ordular kadar, 1914te maalesef yanımızdaki orduların ideolojik niteliği ve 1920'den itibaren karşımızdaki dünya liderleri böyle adamlardr. Fakat birarada yaşamak, Ikinci Dünya Savaş'nda barıs icinde olmak, Churchill ile yakınlaşmak politikasına başlandığında, yetersiz silah yardımına rağmen Müttefiklerin yanında savaşa girmemiz isteği reddedildi. Onlarla savaşmamak akli bir davranıştır, yerindedir.

Atatürk Anılarda ve Hafizada Nerede ?


Milletler ve Türk milleti de büyük adamlarını kolay unutmaz. Burada belki șöyle bir sorun var, yani bir çıkıntı var ; Zaman zaman belirli çevrelerde Kemalist dönemin değerlendirilmesi, yani Atatürk döneminin değerlendirilmesi babında pek de tarihî hakikate, tarihçi düşünceye uymayan ters yorumlarla bir tahfif dönemi yaşandı. Bazı olaylar abartıldı, bazıları tamamıyla uyduruldu. Mesela laiklik anlayışı nerdeyse Sovyetler

Birliği'ndeki Stalinist dönemin ateist uygulamalarına paralel bir şekilde ve derecede yorumlandı.Bu yanlış ve dehşet bir düşünce sapması. Türkiye çok zor bir memlekettir. Her seyden evvel insan unsuru çökmüstü. Bir imparatorluk parçalanmış ve imparatorluğun ana unsuru çok büyük kayıplar vermişti. Ne Balkan milletleri (ki 1912’de çıktı elimizden, onu da bir nevi Birinci Dünya Savaşı'na bağlayarak değerlendirebiliriz) ne de Orta Doğu toplumları bu kadar büyük insan kaybına uğramıştır. Münevver, zanaatkâr ve çiftçi eksiği vardı, inanılmaz hastalıklar vardı. Maalesef küçük Asya'nın tahrip edilmiş bir yapılanması vardı. Bunu coğrafya ve sosyal değişim yaratıyordu.Bu hastalıklar literatürde sıtma, verem diye geçip gidiyor.Halbuki bütün açılan geleneksel toplumlarda görüldügü gibi bir yerlerden bulaşagelen bir frengi de bu listede vardı.Bu sorunların çözülmesi söz konusuydu; sanayi, Balkanlar,Kuzey Suriye ve Cukurovada yoğunlaşmıştı Bunların bir kısmı elimizde kalmıştı ama asıl verimli bölgeler gitmiş , bütün Suriye-Filistin bölgesi bir anda elimizden çıkmıştı. Bu yıkımın tazmini, yerine konması gibi bir süreç yaşananmamıştı ve Balkanlar için de ayni şey geçerliydi. Demir yolu ağımızın
önemli bir kısmı kıyılara paralel ve 19. asır sonunda döşenen Orta Anadolu demir yollarıydı. Bunların Suriye kesimi tamamen elden çıkmıştı. Dolayısıyla burada bir
kopukluk var. Birdenbire mamur merkezler, Anteb, Kilis gibi yerler sınır şehirleri haline gelmişti. Sınır şehri o zamanlarda ticaretin ve sanayinin tıkandığı, eridiği yer demektir.
1950 den evvel sınır şehri demek, nerede olursa olsun geriliğe mahkûmdur, fakir olur. Belirli zanaatlar ve eğitim gelişemez, var olan durur. Mesela Almanya'nın Saarbrücken'I veya Fransa' nin Alsace-Lorraine havzasının önü kapalıydı ve gelisemezdi. Öte yandan birdenbire elinize bir Kars geçiyor. Kars bizden evvel 40 yıl Çarlık Rusyası' na geçmiş, demir vollarıyla o teknoloji içinde Rusya'ya entegre olmuş; bize geldiği an kullanılamıyor, çünkü artık sınır şehriydi. Kuşkusuz yurdun dört bucağı Akdeniz ve Karadenizi,Erzurum ve Edirne'yi birbirine bağlayan bir sebeke Cumhuriyet devrinin eseridir, 2815 km’lik eklenmeyle sağlandı. Elbette bu hatlar devraldığımız gibi çağdaş Avrupa teknolojisine paralel mükemmellikte değildi, ihtiyacı karşılamazdı. O devirde yoğun bir ulaşım talebini karşılayacak durumda değildi. Aslında 15 milyonluk bir ülke için çok geniş ve sık dokulu bir ağ düşünmek mümkün değildir. Türkiye bu masrafı karşılayacak durumda değildi. Ama devlet demiryolları o günden bugüne ihtiyacı karşılayacak bir yapısal değişime ve mükemmeliyete ulaşamadı. En mükemmel demir yolu genel müdürümüzün Kurtuluş Savaşi' nda bu görevi büyük başarıyla yerine getiren Albay Behiç olması sonraki (Budapeste ve Vichy hükúmetleri nezdindeki büyukelçimiz Behiç Erkin) sonraki idari yapı için pek övülecek bir durum olmasa gerek. 1950'den sonra sınırsız bir kara yolculuğuna geçildi. Oysa bu yetersiz kalmaya mahkúm bir şebekedir, modernleşen bir demir yolu ağıyla tamamlandığı takdirde bir anlam ifade eder. (1950-2003 arasında 943 km kadar demir yolu hatti eklenebilmistir ki bu arada Türkiye kara yollarının ne yapılırsa yapılsın ihtiyaci karşılamayacak bir trafik sorunuyla yüz yüze geldiği malúmdur.)


Atatürk devri hakkında ezbere tarih yazılıyor, yorumlar yapılıyor. "Civiyi çiviye mi çakmış, 1950'den sonra yapılmIş..." Kimse ne 1950'den sonrasını inkâr etsin, ne Demirel devrini inkâr etsin (sanayileşme ve alt yapı açısından),ama 1930 ları da doğru değerlendirsin. Açıkçası büyük bir sağduyu da var, bugün Atatürk'ü seven, anlayan insanlar daha eğitimli. Ondan sonraki kuşaklar ve bu toplum Gazi'ye sahip çıkıyor ve daha iyi değerlendiriyor. Atatürk, Türk tarihinin çok önemli lideridir. Bu sadece Türkiye açısından değildir. Mesela Türki cumhuriyetlerin tarihi için de bu böyledir. O dönemin Sovyetler’ inde yerel komünist partilerde Atatürk ismi saygiyla anılan bir liderdi. Bizde böyle Atatürkçü ya da anti Atatürkçü birtakim dalgalar olmasına rağmen, oralarda üzerinde çok birleşilen bir portreydi.Tarihin akışını değiştiren, ona mührünü vuran veya büyük tehlikelere måni olan liderler her memlekette çıkmazlar. Dolayısıyla Türkiye' ninki de az olacalktır. Nitekim Türklerin büyük mareşalleri, büyük devlet adamları her asırda vardı. Fakat Atatürk dünya tarihinin de nadiren gördüğü bütünleyici bir yönetici, bir dehadır. Bugün halen özlemle anilıyorsa ve gönülden seviliyorsa bu, beyhude değildir.

20. Yüzyilda Atatiürk

20. yüzyılın sonunda Sovyetler Birliği ve ona bağlı Doğu Avrupa’da sosyalist rejim âdeta göz açıp kapayıncaya kadar ifas etti. Ilk safha Doğu Almanlarının kendi pasaportlarıyla Cekoslovakya ve Macaristan üzerinden Yugoslavya ve Avusturya yoluyla Almanya ve nihayet kitleler halinde Berlin'e geçmeleri ile oldu. Bu kitlevi bir geçişti, ardından da Berlin Duvarı delindi. Bu vakte kadar Sovyetler Birliği sinyali vermişti. Bugünkü manzaraya baktığımız zaman şunu görüyoruz: Sovyet Rusya sosyalizmi terk etmiş, âdeta kapitalizmden kapitalizme geçişin en zor ve ıstıraplı yolunu tercih etmiş sayılıyordu.Gelen kapitalizm amansızdır; çalışan kitlelerin ve halkın hayatında çok büyük sarsıntılar yaratmıştır. 1917 ‘nin sonunda yeni Sovyet Rusya fevkalade büyük bir harabe devralmıştı Halkın 9% 90'a yakını okuryazar değildi, büyük bir adaletsizlik vardı, sanayi 19. yüzyılın son çeyreğinde gösterdiği gelişmelere rağmen hâlâ bütün Avrupa'nın gerisindeydi. Belki ellerinde endüstriyel cemiyet adına kullanabilecekleri tek sey demir yollarıydı.Hiç süphesiz ki Lenin'in NEP politikasıyla harbden sonraki iktisadi seviyeye yaklaşabilecek bir özel teşebbüs dönemi yasadilar. Ama ardından da 1926 dan itibaren bu reiime son verildi ve Stalinist döneme girildi.


Stalinizm Sovyetler Birliği’nin bağımsızlığıni koruduğu,bir devirdir. Şurası açıktir ki Sovyet Rusya, Batıda III Reich Almanyası gibi bir kuvvetin büyüme ve yayılmasını önlemiş, böyle bir dönemi ebediyen kapatmıştır, Halkı sanayi cemiyetinin şartlarina hazırlamıştır, eğitimi geliştirmiştir,nitelikli olmasada sağlık hizmetlerini yaymıştır. Sovyetler Birliği, atom gücünü Rusya’ya sokmuştur, uzay teknolojiinde gelişmeler sağlamıştır ama güneyli normal bir İtalyan küçük burjuvazısının hayat seviyesine ulaşmak için bile Sovyetler Birliği'nin Kruşçev devrini beklemesi icap etmistir ve çok açıktır ki bir de Afganistan macerası ve Afrikadaki etkinlikler gibi yayılmacılık bu ekonomiyi çökertmistir.Çünkü sosyalizmin tahammül edemeyeceği alan silahlanma harcamalarıdır. Dolayısıyla yıkılan sosyalizmin ardından ortada kalan enkaz ve miras hiçbir şekilde bu yeni döneme, bu 70 yıllık döneme romantik gözlerle bakılmasını sağlamıyor. Fakat şurası bir gerçektir ki Sovyet komünizmi çökerken, onun yanında Çin kendine özgü bir dejenerasyona girdi ve süratle kapitalizme yöneldi. Çinli işçi sınıfını sadece köle gibi çalıştıran değil dış sermayeye köle gibi satan bir komünist rejime dönüştü. Çin komünizmi yabancı sermayeye kitleleri ádeta ucuz fiyata kiralamaktadır. Çin'de tarihte sefalet yok demek değil, fakat ilk defadır ki isçi sınıfının üyeleri bu sefalet ve düşük ücretler yüzünden fabrikalara kapalı, köle gibi çalışan insanlar olarak intihara kadar gidiyorlar. Çin ve Sovyet Rusya sistemi birlikte bu şekilde çökünce dünyada galiba bir tek romantik sosyalist ülke kaldı, o da Küba. Kuzey Kore'nin ise ne yapacağı ve ne olacağı belli değil. Ne yapmakla ne olmak arasındaki kararı veya tarihin nasıl bir seçim yapacağını merakla ve endişeyle bekliyoruz. Fakat dünyada sosyalist düşünce ve sosyalizm gerçeği kalkmış değil, daha doğrusu sosyalizmi yaratacak şartlar kalkmiş değildir. 1960 lardaki pembe ufuklara rağmen gıda meselesinin halledilmediği, yerkürenin gittikçe açlığa mahkúm olduğu, üstelik insanları sınıf ve millet ayırt etmeksizin ölüme götürecek bir çevre kirlenmesinin olduğu aciktur. Bazı çok acı dilli jeologlar ve fizikçilerin iddiası şudur ki vakın gelecekte dünya Venüs gezegenine dönüşecek, delinen ozon tabakası asit bulutları yaratacak ve asit yağmurları ile mahvolan bir kıtada daha önce öngörülen kötü manzara,yani şimdiye kadar ki fareler ve trilobitlerden baska bir mahlûkun yaşamayacağı öngörüsü dahi bir efsane olarak kalacak.

 

İsveç gibi çok eski sosyal demokrat iddialı ülkelerde bile bütün ekonomiyi 8 büyük aile yönetiyor. Avusturya ki, 80 yillik Austro-Marksist (Austromarxism) ülkede hâlà üniversiteyi ve belirli müesseseleri adeta İmparator Franz Joseph'in dönemindeki aristokratik kalıplar biçimlendirmektedir.

Daha enteresanı, bugünkü dünya, yani sözde köleliğin mahkum edildiği dünya Suriye’nin, Orta Doğu'nun veya başka Afrika ülkelerinin göçmenlerinden çocuk denecek yaştaki genç insanları köle ticaretine konu etmektedir ki bu utanılacak bir gelişmedir.
Bütün bu şartlarda sosyalizmin 20. yüzyılda vaad ettiigi görevleri yerine getirmediği açıktır. Nitekim bu konuda Avrupa başka bir modaya geri dönmektedir. Troçkizm eski
komünist çevrelerde yaygınlaşmaktadır.
20. yüzyılın bütün liderleri iflas eden portreler haline dönüşmektedir. Bunların fonksiyonları kalkmıştır, tarihi portreler haline dönüşmüşlerdir. Fonksiyonları kalkmayan halen bir sosyal protestonun, bir adalet talebinin sembolü olarak yaşayanların içinde romantik bir portre, devleti yönetmeyen ihtilâlci Che Guevara ve bir devlet adamı vardır ki o da Mustafa Kemal' dir (Atatürk). Kemalizm hiç şüphesiz ki 1940'lardan itibaren savaş ekonomisine giren, bürokrasinin hiçbir yatırım yapamadığı ve yönetemediği ülkede zecrî ve uyuşuk tedbirlerle idame-i hayat etmeye çalışan Türkiye'de, kendi içinde erimeye başlamıştır. Kemalizm'in kurduğu üniversiteler 1947de CHP yönetiminden büyük darbe yemiştir. Kemalizm’in getirdiği laik müesseseler veya yıkılan müesseseler çok yanlış ve oyalayıcı bir mürailik içinde yön değiştirmiştir. Fakat şurası bir gerçek ki Türkiye’de her buhranda Kemalizm tekrar bir umut ışığı olarak her yaştaki insan, her sınıftakı kitleler tarafından benimsenmektedir. Dolayısıyla onu canlı hale getiren Türkiye'nin geçirdiği hizlı değişim ve o değişimde zaman zaman girdiği labirentteki çıkmazlardır.Türkiye gençliği, rengini kaybeden bir tarih anlayışı içinde, bir ara Kemalist inancı terk etse de şimdi Kemalist politika ve özlemle dünyaya bakabilmektedir. Bunun biçimlenmesi ön planda ve belki de yalnız, 1930' lardaki eğitim politikası ve kültürel örgütlenme olmalıdır.Elbette ordusu, sanayileşmesi, üniversiteleri ve akademik hayati o dönemin ötesindedir. Ama milli eğitim gerilemektedir, temel müesseseler kendini kaybetmektedir, sayıca artış söz konusudur ama en önemlisi Türkiyedeki ideolojik ve kültürel hayat gerilemektedir. Türkiye etnik bir gerilim çıkmazına girmektedir. Bu gelişmeler de Kemalist rejimi bir yanıyla gerektirmektedir. Kuşkusuz tarihi ve liderleri değerlendirmek bu endişelerin üstünde ve dışında bir süreçtir. Türkiye bulunduğu coğrafyadaki özgün konumunu, gelişmesini ve kimlik değişimini anlamak ve korumak durumundadır.


Yazarın Diğer Yazıları
FACEBOOK İLE BAĞLAN