On parmağında on hüner var Prof. Dr. Şadan Gökovalı'nın.
Halikarnas Balıkçısı'nın manevi oğlu, şair, yazar, gazeteci, eğitimci ya da mitolog."Turist Rehberliği'nin kurucusu ve babası" hangisini dememiz daha doğru olur bilemedik. Kendini tamamen ilim ve sanata adamış iyi bir insan, öğrenmeyi ve öğrendiklerini öğrencilerine öğretmeyi hedef edinen bir duayen. 1939 doğumlu Şadan Gökovalı, aralarında Türkiye çapında yazarların da bulunduğu binlerce öğrenci yetiştirdiği için gerçek hocadır. Hayatının 65 yıllık kısmını İzmir'de geçirdiği, eserlerini ve hizmetlerini bu bulunmaz kentte yaptığı için Gökovalı, İzmir'in bir kültür elçisidir. En güzel ve mütevazi tarafı da, "Ben her şeyden önce öğrenmeyi sevdim" deyişi. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in manevi oğlu Prof. Şadan Gökovalı, Balıkçı'nın yazılarını daktilo etmekle işe başladı, öldüğü 1973 yılına dek hemen hemen tüm makale, öykü ve romanlarını o daktilo etti. Anadolu'yu daha iyi tanımak için Turizm Bakanlığı'nın düzenlediği kursa katıldı, birincilikle bitirerek İzmir'de "İlk Profesyonel Ülkesel Turist Rehberi" oldu.. Selçuk ve Bergama'yı en iyi tanıtan yazar ödülleri kazandı. 40 mükemmel eseri arasında "Söylence" adlı kitabı "Yılın en başarılı kitabı" seçildi. Gezmediği yer, görmediği yer kalmadı. "Tanınmayan yer sevilemez, sevilmeyen yer de vatan olmaz'' diyor Şadan Gökovalı.
Bizde Hocamıza 10 Kasım ve Atatürk’ü sorduk.
Yalnız 10 Kasım'larda değil, her gün anıyor, arıyoruz "EN BÜYÜK TÜRK ATATÜRK’Ü''
Tarihin, yetiştirmekte pek cömert davranmadığı dünya ölçüsünde bir dahiydi O. Öyle işler başarmıştı ki; İsveç diline "Atatürk gibi yapmak yapmak'' deyimini sokmuştu. Uluslararası ölçüde öylesine değer ve saygınlık kazanmıştı ki; Bulgar basını "Atatürk öldükten sonra, Dünya artık eskisi kadar enteresan değildir." şeklinde bir açıklama yapmıştı. Beni en çok etkileyen yorumlardan birini, İtalyan Radyosu spikeri yapmıştı:
“İskender, Sezar, Napolyon; ayağa kalkın, büyüğünüz geliyor!"
İkisi de rahmete kavuşmuş olan meslek kardeşlerim Kaya Çelikkanat ve Orhan İlhan'la 1981'de yazdığımız "ATATÜRK ve İZMİR'' kitabımızın sonunda yazıldığı gibi, Atatürk'le ilgili iki yüzü aşkın kitap var. Bana bu kaynakların başlıcalarını say deseniz düşünmeden şunları yazarım:
“Büyük Nutuk"(Atatürk), "Tek Adam" (Sevket Süreyya Aydemir),''Özleyiş"(Ruşen Eşref Ünaydın), "Atatürk Kronolojisi" (Godhard Joske ve Utkan Kocatürk'ün kitapları), "Atatürk 'ün Nöbet Defteri'' (Derleyen Özel Şahingiray), "Fikrimizin Rehberi'' (Erol Mütercimler). Bunların arasına hakkıyla girecek bir kitap okurlarıyla buluştu: Yılmaz Özdil imzalı “M.Kemal”.
Folklörümüzde "Usta malı çalıp çığıtmak" diye çok anlamlı bir deyim vardır. Bazı saz ve türkü erbabı, kendi deyişlerinin yanı sıra, hocalarının eserlerinden örnekler de verir. Ben bugün, bunun tersini yapacağım, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğrencim olmasıyla övündüğü ve övündüğüm Yılmaz Özdil’i daha iyisi kolay yazılmayacak başyapıtının sayfaları arasında kısa bir geziye çıkaracağım sizi.
Kurduğu Cumhuriyet'in ilk günü, Cumhuriyet in ilk başbakanına yazdığı mektubu şu tümceyle bitiriyordu.
''Çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız. Bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun''.
Bigalı Mehmet Çavuş, Seddülbahir'de vuruşuyordu. Mermisi bitince tüfeğini kırarak İngilizlere fırlatmıştı.Tüfek parçası kalmayınca taş fırlatarak devam etmişti. İstihkam küreği ile saldırmıştı. Başından ciddi şekilde yaralanmıştı, avuçları paramparçaydı ama İngilizleri püskürtmeyi başarmıştı.
Mustafa Kemal tarafından madalya sahibi yapılan, memlekete tanıtılan “ Bigalı Mehmet Çavuş, "Mehmetçik" kavramının isim babası oldu.
Mustafa kemal’in çoğumuzun dikkatinden kaçmış olduğuna inandığım bir ileriyi görüşünü gözler önüne seriyor Yılmaz. Vatanın kurtarıcısı, Cumhuriyet'in kurucusu, başkentin yerini seçiş nedenini şöyle açıklamıştı;
Selçuklu idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu'da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken, Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm. Beni Türkiye'nin en münasip merkezinin Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile budur. (s.98)
Paşamız İstanbul'dan Samsun üzeri Anadolu içlerine yürürken, Hacı Bektaş’a uğramış, ayrıca Hacı Bayram-ı Veli'nin sanki bugün söylenmiş gibi taze nasihatlarından etkilenmişti.
Kin, gerçekleri gören gözleri kör eder… Konuşurken gürlemeyiniz, bağırıp çağırmayınız. Cahillerden uzak durunuz. İlim sahiplerine hürmet ediniz. Hakikati söylemekten korkmayınız. Öfke ve hiddet, düşünmeyi daraltır, insanı yanıltır. (s. 121)
Viyanalı kadın müzik öğretmeni Leopoldine König' in, Mustafa Kemal için marş bestelediğini ben Yılmaz'ın kitabından öğrendim.
"Mustafa Kemal Paşa / Çarptı şiddetle / Dağıttı düşman sürülerini. Onu Tanrı göndermişti / Savaşı kazanmak için / Güzel yurduna barış getirmek için." (s.150)
Yılmaz Özdil'in "M. Kemal''ini okurken, onun niçin yarınlara kalacak üç Türk'ten biri (ötekiler Nasreddin Hoca ile Nazım Hikmet) olduğunu anlıyorsun. Hele onun, insan ve özellikle çocuk ruhunu anlayışına hayran kalmamak olası değil. Bunun birçok örneğini biliyoruz. Söz gelimi, o kutsal 10 Eylül 1922'de, Muzaffer Başkomutan olarak geldiği İzmir'de, bir koçun kurban edileceğini görünce “Aman kesmesinler”, diye bağırması unutulur mu?
Sevgili Yılmaz, Atatürk'ün hayvan sevgisini ve çocuk ruhunu ne kadar iyi anlayıp, ona göre davrandığını kanıtlayan ilginç bir anektod saptamış;
Minik Ülkü'yü İstanbul'da otomobille gezdirirken, koyun sürüsüne denk geldiler. Ülkü kuzuları gördü, birini alalım diye tutturdu. Aldılar, Dolmabahçe'ye getirdiler. Başlarına iş açmış oldular.
Çünkü Ülkü, kuzusundan bir saniye olsun ayrılmıyordu. Yemeğe kuzuyla iniyor, yatak odasında kuzusuyla yatıyordu, çalışma odasında, kütüphanede, hatta makam otomobillerinin içindeydi.
Minik kızın kalbini kırmadan çözüm bulunması gerekiyordu.
Mustafa Kemal, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’yı çağırdı, kulağına bir şeyler söyledi. Ertesi sabah,.. Ülkü ve kuzusunu alarak Ege vapuruna bindiler…Şükrü Kaya tarafından karşılandılar. Şükrü Kaya'nın kucağında minik bir kuzu vardı!
Mustafa Kemal, hiç haberi yokmuş gibi, "Aaa nedir bu?" diye sordu.
Şükrü Kaya, hiç bozuntuya vermeden, "Ülkü'nün kuzusu gibi minik kuzuları burada topluyoruz, arkadaşlarıyla birlikte oynuyorlar, arkadaşları ile birlikte neşeyle büyüyorlar, yalnız kalınca ölüyorlar, isterseniz Ülkü'nün kuzusunu da buraya bırakın" dedi.
Mustafa Kemal gene sanki hiç haberi yokmuş gibi "Olmaz öyle şey, benim kızım kuzusundan ayrılmaz, veremeyiz" derken... Sohbete dikkat kesilen Ülkü, çocuksu heyecanla müdahale etti, “Bırakalım benim kuzum ölmesin.”
Operasyon tamamdı..
Yılmaz Özdil, Atatürk'ümüzün sıra dışı yaşamının kilometre taşlarını, sanki gözünün önünde cereyan ediyormuş gibi anlatmış.
Exupery, Küçük Prens'e söyletir ya:
Ehlileştirdiğim şeyden sorumluyum.
Ben de, başta Yılmaz Özdil olmak üzere, 40 yıl önceki öğrencilerimin bile etkinliklerini izler; yeri geldikçe tebrik eder, varsa eksikliklerini söylerim. "M. Kemal" konusunda Yılmaz'a, bu konuda benim bildiğim bazı anektodları hatırlattım. Cervantes'in dediği gibi; “İnsan eğitimle doğmaz ama eğitimle büyür.” Eğitim, yaşam boyu devam eden bir süreç (vetire).
Bu 10 Kasım'da "ah, vah" etmektense, bir öğrencimin baş yapıtı konusundaki gurur ve sevincimi sizinle paylaşmak istedim.Yılmaz'ın başarılarının artarak sürmesi dileğimle…