Annemi pek hatırlamıyorum. Sıcak mıydı, soğuk muydu, beni sever miydi veya şu yaşımda beni yanında ister miydi bilmiyorum. Doğduğumda beni bir süreliğine diğer kardeşlerim gibi emzirmiş olmalı sonrasında ise beni bir sepete koyup götürdüklerini, annemden ayrıldığım için çok korkup, ağlamaya başladığımı ama kimsenin neden ağladığımı ne anladığını ne de umursadığını sanmıyorum. Annemi son görüşüm beni nereye götürdüklerini bilmediğim o koca sepetin aralıklarından olmuştu. Benim götürüldüğümü fark etmekle beraber yapabileceği bir şey olmadığını bildiği için, diğer kardeşlerimi korkuyla göğüslerine doğru çekip, onların da zamanından önce gitmelerini engellemek istermişçesine hepsini sinesinde saklayarak, üzüntüsünü perdelemeye çalışmıştı. Sanırım elinden gelseydi beni de bırakmazdı. Eğer hala yaşıyorsa, tüm çocukların annelerine doyamadıkları gibi benim de ona doyamadığımı ve onu hala çok sevdiğimi, onu çok silik bir şekilde hatırlamakla beraber ayrılığın ne denli kötü bir duygu olduğunu dört dörtlük öğrendiğimi söylemek isterim.
Beni alan kişiler o ayrılığın benim, kardeşlerim veya annem için ne kadar zor ve üzücü olduğunu anlamamışlardı. Ağlamama üzüldükleri için olsa gerek, zaman zaman sepetin kapağını kaldırarak bana göz atıyorlar ve ne denli sevimli olduğumu, ağlamamam, korkmamam gerektiğini söylüyorlardı. Nasıl korkmayabilirdim ki? Hiç tanımadığım insanlar annemi bırakmak isteyip istemediğimi bana hiç sormaksızın, beni koca koca avuçlarının içine alıp, derin ve karanlık bir sepetin içine tıkmışlardı. Nereye götürüldüğüme, bundan sonra kiminle yaşayacağıma veya annemi bir daha görüp göremeyeceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Her küçük gibi benim de tek istediğim şey annemin yanında olmaktı. Onun tarafından koşulsuzca sevilmek, kabul edilmek ve korunmaktı. Fakat anlaşılan oydu ki benim ne istediğimin bu hayatta pek de bir önemi yoktu.
Hareket eden ve çok ses çıkartan bir şeyin arka koltuğunda tangır tungur seyahat ediyorduk. Annemden yarım saat evvel emdiğim süt ise hakikaten burnumdan gelmişti çünkü o bindiğimiz şey her ne idiyse bazen çok süratli, bazense çok dur kalklıydı ve onunla yol yapmak çok fena halde midemi bulandırmıştı. Daha fazla dayanamayıp sepetin bir köşesine kusup, diğer köşesine ise bitkin bir şekilde kıvrıldım. Gözlerim kapanıyordu, kendimi çaresiz bir şekilde karanlığa teslim ettim.
Uyandığımda hala sepetin içindeydim. Demek ki yolculuk daha bitmemişti. Hiç tanımadığım bir koku ilişti burnuma, ömrümün geri kalan 5 senesinde soluyacağım bu koku, denizin iyotuydu. Konuşulanlardan anladığım kadarıyla – evet, sizin dilinizi konuşamamakla beraber ne dediğinizi idrak edebiliyorum- bir adaya yolculuk ediyorduk. Beni yaz kış orada yaşayıp, öğretmenlik yapan bir kadına hediye olarak götürüyorlardı. Onun yalnızlığına iyi geleceğimi, ona iyi bir arkadaş olacağımı düşünüyorlardı. Hayat ne garipti… Demek ki birisinin mutluluğu için bir diğerinin mutsuz olması gerekiyordu. Tıpkı o kadının yalnızlığını unutması için benim annemden ve kardeşlerimden geri dönüşü olmayacak bir şekilde kopartılmam, yapayalnız kalmam gerektiği gibi. Onun hediyesi benim cezamdı ve benim bu cezayı sırf sizin dilinizi konuşup, derdimi ifade edemediğim için soğukkanlılıkla göğüslemem gerekiyordu. Sepetin aralıklarından korkuyla uçsuz bucaksız olan denize doğru baktım. Annemin ve kardeşlerimin olduğu kıyının gittikçe silikleşmesini, ada denilen o suyun ortasındaki garip kara parçasına yakınlaşmamızı sessizce izledim. Bir punduna getirip sepetten atlamak, bu tanımadığım insanlardan kaçmak istedim ama o küçücük bedenimle tüm bunları becersem bile suya atlayıp gerisin geri aileme yüzmemin mümkün olmadığını, bunun için çok ufak ve çok fazla güçsüz olduğumu çaresizce anladım. Minik burnumla sepetin aralığından iyot kokusunu ve o adada beni bekleyen her türlü bilinmezi istemeyerek de olsa içime çektim. Korkuyordum ama daha da kötüsü artık sığınabileceğim kimsem olmadığını, ailemin çok geride kaldığını, her şeyi tek başıma cesaretle göğüslemem gerektiğini biliyordum…