Kışları şehir yaşantısına geri dönen pek çok sakini sebebiyle Prens Adaları derin bir sessizliğe bürünüyordu. Sahiller bomboş, dükkanlar tek tük açık, lodos fırtınalarına tutularak dalgalarla boğuşmak zorunda kalan şehir hatları vapurları ise çoğunlukla adalılarla doluydu. Yine de bazen adaları o soğukta yapayalnız bırakmaya gönlü elvermeyenler kar kış, yağmur çamur demeden ziyarete geliyordu. Bu kimselerin bazısı zaten adalıydı bazısı da günübirlik ziyaretçilerdi…
Adanın temiz havasını soluyor, bir iki lokma bir şey yiyor veya yürüyüş yapıyorlar ya da etrafı bisikletle turluyorlardı. Kışın ev fiyatları düştüğü için kiralık veya satılık evlere bakmaya gelenler de oluyordu. Kimisi de soğukla, yuvasızlıkla ve açlıkla boğuşmak zorunda olan kedi, köpek, martı ve kargayı sevecenlikle besliyordu. Ada sakinleri bu nezakete sahip ziyaretçilere ayrı bir sempati duyuyordu çünkü kışın adada hayvanların kendilerini doyurmalarını sağlayacak kadar çöp, artık bulunamıyordu. İşin gerçeği adada yaşayan az sayıda hane de tüm hayvanlara yetecek kadar yiyecek tedarik edemiyordu.
Şubat ayının bir Pazar günü Şükran annem çarşı pazar alışverişinden gözleri yaşlı döndü. Ağlıyordu. Elinde cep telefonu birisiyle konuşuyordu. Ne olduğunu anlamak için dikkatle dinliyordum. “Kimin yaptığını buldunuz mu peki? Bu nasıl bir canilik ya! Hamileydi o köpek, mahalle sakinleriyle beraber dönüşümlü şekilde besliyorduk. Doğuracaktı yakında…” dediğinde konunun çok tatsız bir yere gittiğini kavramıştım. “Ne demek ‘Biz de üzüldük Öğretmen Hanım ama neticede bir köpek’ Yasin Bey? Can candır. Kim Allah’ın verdiği cana hem de hamileyken kıyabilir? Ne diyeceksiniz oğlunuz Mert’e? ‘Mert köpeği bıçaklamışlar ama o hayvan olduğu için üzülmemize veya suçluyu aramamıza gerek yok mu?” Kısa bir sessizlik oldu. Annem ada karakolunda memur olarak çalışan Yasin Bey’in vicdanına dokunmayı başarmıştı. “Hayır Öğretmen Hanım, beni yanlış anladınız…” diye cevap verebildi Yasin Bey. “Adaya dışarıdan gelen iki gençten şüphe ediyoruz, alkollülerdi… Anlaşılan o ki sarhoş olup, eğlencesine hayvana zarar vermişler…” diye ekledi. “Onlar çoktan şehre döndü dedi esnaf. Yani artık haklarında bir işlem yapmak için çok geç! En azından o köpeği nereye gömeceğimizi konuşalım…” dedi annem. Bu sefer Yasin Bey ne cevap vereceğini bilmiyor gibiydi. Bir an durakladı. Sonra öksürdü ve boğazını temizledi. Sesi kısık çıkıyordu “Öğretmen Hanım, hayvanın cesedini çöpçüler götürdü” dedi çekinerek. Annem o kadar hiddetlenmişti ki “Katledilmiş bir hayvanın gömülme hakkına da mı tecavüz ettireceksiniz! Yazıklar olsun size! Ben çöplükten alıp, bahçeme gömeceğim hem de öğrencilerimle birlikte. Oğlunuz Mert de yarın yardımcı olacak, akşam size soracağı sorulara hazırlıklı olun diye söylüyorum. Sizlere iyi görevler!” cümlelerini ardı ardına söyledi ve kapattı.
Ağlayarak adanın çöpçülerinden tanıdığı bir kişiyi aradı ve “Bıçaklanmış köpeğin cesedini nereye attıysanız alıp, bana getirmenizi rica ediyorum. O hayvancağız hamileydi, düzgün bir mezarı her canlı gibi hak ediyor. Onu yarın bahçeme öğrencilerimle birlikte gömeceğim” dedi. “Tamam Öğretmen Hanım, sarar dışarda soğukta bekletirim bu gece ki kokmasın. Yarın sabah size getireceğim, merak etmeyin” dedi.
Ertesi gün okulun öğle tatilinde 30 kişilik sınıfın tamamı ve ben, lojmanımızın bahçesindeydik. Okulun hademesi Hasan Bey de kazmasıyla yanımızdaydı. Şükran annem defin işlemi gerçekleşmezden evvel bize küçük bir konuşma yaptı: “Çocuklar, yaşamın hiçbir alanında şiddete izin vermeyin. Ne sesi soluğu çıkmıyor diye duvarda yürüyen bir örümceği terlikle ezin öldürün, ne çiçekleri, yaprakları nasıl olsa hissetmezler diye kopartıp atın, ne bir canlıya veya insana vurun ne de onları yaralama, dövme, eziyet etme, aşağılama, yargılama ya da öldürme hakkınız olduğuna inanın. İçinizdeki şiddetin seviyesini anlamak ve hayvani güdülerinizden utanarak sıyrılmak için size kötülük yapmış birisine karşı duyumsadığınız duygu ve düşüncelerinizi sürekli takip edin. Buna Ahimsa Yasası denir. Hiç kimseye ve hiçbir şeye zarar vermeme, Dünya ile barış içerisinde yaşama ilkesi de diyebiliriz. Bugün gömeceğimiz mahallemizin köpeği Tarçın hamileydi. Bıçaklanarak ve acı çekerek öldü. Ona bunu yapanlar da emin olun en ummadıkları zamanda korkunç zararlara duçar olacaklardır çünkü sistem daima eşitlenmeyi sever. İsteyen her birinizin Tarçın’ın bu bahçede kazacağımız mezarına toprak atmasını rica ediyorum. Onu bu dünyadan her canlının hak ettiği gibi saygı ve sevgiyle uğurlayalım” dedi.
Hepimizin gözleri dolu dolu olmuştu. Hasan Bey çukuru kazdı. Annem Tarçın’ı kucağına alıp, çukura koydu. “Hoşça kal Tarçın, bizleri affet ve yavrularınla birlikte sevgi ve güven içinde ol” derken ağlamaya başladı. Onu gören bizler de ağladık. Bir yaşamın bu kadar kötü bitebileceğine, bir masumun doğmamış evlatlarıyla birlikte şiddet görüp, öldürülebileceğine sonra da kimsenin umursamadığı bir şekilde çöpe atılabileceğine inanmak istemiyorduk. Tüm öğrenciler tek tek o koca kazmayla toprak alıp, çukuru örtmeye yardım etti. O gün şiddetin, en az sevgi kadar gerçek bir olgu olduğunu hepimiz iliklerimize işlercesine öğrenmiştik…