Evet, sevgili dostlar, uzun bir aradan sonra İzmirliler, yeni televizyon kanalına kavuştular. İzmir’in yaşı genç ama işi duayen gazetecilerinden Mithat Umutoğulları’nın sahibi olduğu, Refik Pak ve Halil Solak gibi medyanın deneyimli isimleri ile yayın hayatına ‘’Merhaba’’ dedi TV 35.
Oya Pardak, Alper Baran Esin, Berna Ergin, Kahraman Durak gibi deneyimli isimleri bünyesinde toplayan TV 35’te, bendeniz de ‘’Telve’’ adlı kültür sanat programı ile sizlerle birlikte olacağım.
5 Mart gecesi, İzmir Arena’da gerçekleşen lansmana, medya, siyaset, sanat ve magazin dünyasının ünlü simaları katıldı. Deneyimli sunucu Erhan Önel’in sunumunu gerçekleştirdiği gece, uzun süre akıllarda kalacak gibi görünüyor. Magazin İzmir dergimizden de sevgili dostlarım Meltem Parlar, Ayfer Güneş Esen ve Mesut Varlık da, gecemize onur kattılar.
Bu kısa bilgiden sonra, gelelim bu ay ki yazımıza…
Tarih çok da geçmiş değil aslında, bundan yaklaşık on beş-yirmi yıl önce, bir kaç bin kelebek ömrü önce işte…
İnsan hayatın koşuşturmasına öyle bir kaptırıyor ki kendini, hafiften bir duraksama olduğunda nelerin eksenimizden çıkmış olduğunu net bir şekilde görmüş oluyoruz. Daha dün akşam bir dostumla, ağır Balçova ve Alsancak trafiğinde gerçekleştirdiğimiz bir muhabbetimizdi bu konu. Daha yavaş arabaların olduğu zamanlardan bahsettik, kilometre hızının şehir dışı yollarda yetmiş olduğu, şehir içi hız sınırının yirmilerde gezdiği, buna rağmen de sıkışmayan İzmir trafiğinden…
Hayat daha yavaştı eskiden ve sanırım bu hız düşüklüğü,
farkındalığımızı artıran yegâne sebepti…
İnternet elbette yoktu, bilgisayar dediğiniz alet, "computer"di çoğumuz için ve en az iki kişi ile taşınabilen bir aletti. Onu kullananlar, Word, Excel gibi yazılımları iş başvurularında, vasıf hanelerine gururla yazardı, şimdi sekiz dokuz yaşındaki çocukların rahatlıkla kullandığı bu yazılım çeşitlerini…
Telefonlar bile çevirmeliydi o zamanlar, tuşlu telefonlar nadir görünen varlıklardı. Her evde telefon yoktu, olan evde de çoğunlukla üzeri el emeği göz nuru dantel işlemelerin kolalanmış, ütülenmiş korunması altına alınırdı. Aile büyükleri bayramlarda çocukların da telefon görüşmelerine kattıklarında, iyi bir hal vaziyet ortaya koymuşçasına kendilerini mutlu hissederlerdi. Bizden önceki nesillerin telgraf çekmek için sıra yazdırdıklarını düşünürsek, büyük bir nimet gibi gözüküyor bu ilerleme…
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru kişisel bir alet olan cep telefonlarının Türkiye’mize gelmesi büyük bir olaydı. "Adamlar yapmış yahu"sözleri kulaktan kulağa dolaştıkça, bu neredeyse yarım kilo ağırlığında, telsiz büyüklüğündeki telefonlar, çok özel kaplarla, kemerlerimizdeki yerlerini almıştı. Varsın olsun, çok az kişi de olsa telefon rehberimizde, zenginlik gösterisi olarak meclislerdeki yerini almıştı bu alet…
Hiç unutmam, ilk telefonuma, o zamanlar daha altı sıfır bütçe hanemizden atılmadığı için, tam tamına çeyrek milyar vermiştim.
Bu enteresan bir durumdu, ev telefonlarından şahıs telefonlarına geçmiştik.
Ahh ki ahh, nerden bilebilirdik!
Oysa biz, arkadaşlarımızla buluşmak için verdiğimiz sözleri tutardık, randevu saatlerinin neredeyse, elle tutulacak bir varlığı vardı yani. Bir kaç arkadaşınızla buluşup, bir şeyler yaptıktan sonra, veda vakti gelip çattığında "falanca gün, falanca yerde, falanca saatte" buluşma sözü verilirdi. Yalan yok bana hep bir saat öncesinin saatini verirlerdi, biraz saat problemim vardı da saatinize afiyet…
Evet, o zamanlar bu hızlanmamış muhteşem teknolojinin yokluğunda, verilen sözler tutulur, birkaç hafta önce alınmış olsa dahi, randevu vakitleri asla unutulmazdı. Arkadaşlarımıza hemen öyle, çat diye ulaşamadığımızdan, eften püften sebepler üretip, randevularımızı ertelemezdik. Öncesinden, tıraşlar olunur, makyajlar yapılır, gömlekler, etekler ütülenir, ayakkabılar boyanmasa bile parlatılır, ayrı bir önem arz-ı endam ederdi yani arkadaş buluşmalarımıza.
İşte böyle buluşmalarımızın favori mekânlarındandı SEVGİ YOLU…
Var ya, orayı anlatamam hala, bunca şairliğime rağmen.
Hani küçük küçük tezgâhlarda, kocaman yürekli insanların yaşadığı,
ekmeklerini kazanıp, sanatlarını icra ettikleri, muhabbetin gırla gittiği canlı bir sokaktı sevgi yolu. Çok hatırlarım, kafalarımızın en az İzmir kadar güzel olduğu gecelerde, onunla konuştuğumuzu ‘’Ulan sevgi yolu’’ derdik "Ulan sevgi yolu, her tarafımız, güzel dolu" her tarafımız güzel dolu…
"Normal" derdi O da "Normal, siz de çok güzelsiniz de, ondan"
Sonra ağlardık, sanırım O da ağlardı.
İnce bir keman çalardı Mehmet, bir de Rodrigo duyardık Selçuk’un gitarından. Deneyin valla, hicaz, en çok Rodrigo’da can bulur.
Gümüşten takılar yapmak yetenek mi, sanat mı bilmem ama biz bunu yapan çocuklardık. Çocuktuk, sokağımızın çaycısı, Rüstem Ağabeyimizin yarı elması, Hatice Ablamızın dediğine göre…
O Nazım’ı çok severdi ve de tek geçerdi:
"Ey benim sevgilim…
Sımsıkı etini dişlemek,
sıhhatli, beyaz bir elmanın…
Ve karlı bir çam ormanında,
nefes almanın bahtiyarlığına benzer,
SENİ SEVMEK…"
dizelerini hiç unutmadık. Biz de derdik ona ‘’Abla be, hiç sana böyle bir şiir yazdı mı?’’ diye. O da, canım köylü ağzından, o sadece okuma yazması olan kadının ağzından şu kelime çıkardı
’’Ne o Nazım, ne de ben Piraye’yim…
Lakin sütü ben sağarım, ineği o otlatır.
Gece, bir yastığa başımızı koyacak kadar da, aşığız" derdi.
Bizde derdik ki…
"Abla be, ne Nazım Rüstem, ne de Piraye Hatice..."
Böyle canım insanların arasında yaşamak Allah’ın bana lütfu olsa gerek.
Kitapların parası olmayan öğrencilere ödünç verildiği, eş dost kavramlarının daha o yaşlarda beyinlere, gönüllere kazındığı, kaldırımın, yolun olmadığı bir sokaktı ’’SEVGİ YOLU’’
Kapitalist düzenin sevmediği, sevemeyeceği, onun da, onda yaşayan insanların da kapitalist düzeni sevmediği bir sokaktı.
Zaman bizi alır, zaman bizi kullanır, biz şunu yapalım dostlar, arada bir duralım ve hayatımıza bakalım. İnanın bu yavaşlama, birçok kaybettiğimiz olgunun farkına vardıracak bizi.
Ve şunu unutmayalım, kimi sokakların nefesleri vardır
ve onunla nefes alan insanlar olmuştur.
"ULAN SEVGİ YOLU, HER TARAFIMIZ, GÜZEL DOLU…"
Kalın sağlıcakla…