O kadar özlemişim ki seni bahar...
Yani, o kadar olur...
Bahar…
Ne zaman senden bahsedilse bir iki damla düşer avurtlarıma ve nedense titrek bir gülümseme takılıp kalır dudaklarıma.
Bilirsin, gülerken ağlamaya alışkınız biz İzmirliler. Çünkü bu şehirde, hava otuz dereceli bir güneşle bile olsa, bulutları ağlamak istiyorsa, ağlar. Tutarsızlık filan değil arkadaş, özgürlüğüdür bulutun istediği zaman ağlamak ve bu yüzden kimse ellemez onu.
Güneşli havada, ağlayabilmesi bir bulutun, özgürlüğüdür. Eksi kutuplu çarpışmalarda herkes ağlar, mühim olan, bir filmin esas oğlanı gibi, kendi kendine iken dökebilmektedir gözünün yaşını ve kendi kendine ısıtabilmektir, gam keder yüklü yüreğini.
Bizde de sıkıntı yok yani, şehrimizin bulutları gibiyiz. Hani gece değmeye kalksa bize, efkâr saatimizde, yıkılır kalır masamızda, masamıza devrilen, yetmişlik rakı misali. Elimizde papatya gördüğünde aldanma sakın, fal bakma ihtimalimiz azdır onlardan. Genelde, sevgilimizin başına taç yaparız biz papatyaları. Bir şiirim de dediğim gibidir belki de,
’’Papatyadandır ya, züğürdün tacı..
Sevgilim, saçlarına bir tek, bahar yakışır.’’
İşte böyledir baharda İzmir. Yârin öyküsü yarına kalan bir hikâye olmaz İzmir’de…
‘’An gelmiştir, Atilla İlhan ölmüştür.’’ Bilir İzmirli aşıklar, an’ın kıymetini, deyiverir sevdiceğine ‘’seni seviyorum’ ’diye.
Bahar…
İşte böyle bir gün de, Karşıyaka vapuruna binersin, Kordon’a doğru köpük köpük dalgalarla, yarıp geçersin büyük ablukaları. Kamikazeleri aratmaz İzmir martıları, gevreğe doğru pikeleri o kadar planlı ve alışılagelmiş bir çalışmanın eseridir ki, sanki genetiğinde var sanırsın.
‘’Çayçen’’ der adamın biri, İzmirlinin kısa cümleler kurmaya alışkın şivesi ile. Sen, ses bile etmezsin, bazen sadece elini kaldırırsın, bazen gözüne bakıp, bırakıverir tavşankanını yanına. Şanslı isen bergamot kokusunu duyabilirsin. İlla ki karşında, gazete okuyan üç beş kişi görürken. Bir el de sen atarsın, bir oğlan, bir kızın elini tutmuş, belki on sene sonranın hayalini kurarken. ‘’Ne yapacaksınız arkadaş düğün müğünü, şurası Çeşme, basın gidin balayına. Sevgilin yanında, Eee,üç beş de takı, açtınız mı bir yeni rakı. Ooo daha ne olsun...’’ O an, o kadar gerçektir ki o hayal, elle tutulabileceğine inanırsın baharı.
Yanından küçük balıkçı takaları da geçer, hani şu Zübeyde Anamızın dev fotoğrafının gururla mitinglere taşıyan takalar. Onların yeri ayrıdır, bilirsin İzmirlinin gözünde, onlar, orkinoslarıdır bu körfezin…
Nadir, asil, derinden.
Tüm İzmirliler sever onları, onların da, tüm İzmirlileri sevdikleri gibi..
O sıra bir teyze yanında ki üniversiteli genç kıza, faytonların eski güzelliklerini anlatır, yani senin de bildiğin eski güzelliklerini. Tahta tekerleklerinin nakış nakış, işlemelerini, deri koltuklarında ki, faytoncunun hanımının işlediği dantelin, bilmem ne oyası olduğunu anlatır. Genç kıza’’Eee annengiller neredeler? Annen yurtta mı kalıyorsun’’ der. Öğrenici kızımızın vizelerden bulanmış bilinci, kanatlanıverir bir martının kanadıyla köyüne…
O an vapura, birkaç kişi daha biner, bir anne, bir baba, birkaç kardeş, bir de sarıkız, bir de ahretliği Gülsüm biner öğrenci kızımızın…
O an, yaşlı teyzemizin ellini hisseder, anne elini hissedercesine ellerinin üstünde ve sıkıca kavrar, buruş buruş olmuş o eli…
‘’Aman be kızım, ne güzel okuyorsun. Oku, oku da onların bu emekleri, bu hasretleri boşa çıkmasın. Al bu da bizim evin adresi, çıkın gelin arkadaşlarınızla, ev yemeği özlemişsinizdir, ev yemekleri yapayım size. Sizlerde benim birer evladımsınız…’’der...
Hayat bu işte bahar…
Sen geldiğinde bizim vapura, iyi niyetlerinle gelirsin..
Her İzmirli bunu bilir.