Adanın toprağı yağmura doymuş, ağaçlar ve bitki örtüsü üzerlerindeki kalın ‘kış tüyü’ yorganlarını atmış, doğa sarının çürümüş tonlarından sıkılıp yeşile çalmaya başlamıştı. Bir şeyler değişiyor, uzun süredir sessiz ve uyumakta olan her şey yeni bir başlangıç varmışçasına bir bir uyanıyordu. Ben de kedi kulaklarımla onların insanlar tarafından duyulamayan seslerini, fısıldaşmalarını, çağrılarını duyup, olan biteni fark edebiliyordum.
Mesela her zamankinden farklı olacak şekilde bugün okuldan sonra evde oturmak yerine, dışarıya, bahçemize çıkmıştık. Annem iş kıyafetlerini atıp, salopetini üzerine geçirmiş, eldivenlerini de takmış neşeyle toprağı temizlemekle uğraşıyordu. “Bahar geliyor Mırmır” dedi. “Bahar” sözcüğünü duyunca bir an için irkilmiştim çünkü annem sevdiği doktor bey tarafından terkedilişini hatırlattığı için sonbaharı sevmez, çok hüzünlenirdi. Gözlerinin dolduğunu görmemem için de yüzünü kitaplarının arkasına saklardı. Herhalde olan bitenden kaçmak istiyordu ama onun da çok kereler ifade ettiği gibi “Olan olmuş, biten bitmişti…”. Yaşanmış olan hiçbir şey geri döndürülemezdi.
Ben de annem ve kardeşlerimden kopartılışımı her hatırladığımda üzüntümü bastırmak ve kedi gözyaşlarımı akıtmamak için gur gur, mır mır ezgili şarkımı söylüyordum. Dışarıdan bakanlar beni huzurluyum ve mutluluktan gurulduyorum zannediyorlardı. Oysaki değildim... Tıpkı Şükran annemin de olmadığı ve kitaplarının içinde kendisine teselli olacak benzeri hikayeler, avuntu satırları ya da cesaret dizeleri aradığı gibi… O yüzden bu “bahar”ın öyle bir bahar olmamasını, onun duygularının yükü altında ezilmemesini diledim.
Bahçemizdeki yaşlı, yakışıklı ve uzun boylu Mavi Çam kendi kendime konuştuğumu duymuş olmalı ki “Korkma Mırmır, onun kast ettiği ‘ilk’ bahar ve Şükran ilk baharı leylekler geleceği için çok sever” dedi. “Aman o da takıldı kaldı şu doktora ya, güzelim kadın! Kızıl saçlarını tepesinde topuz yapmak yerine benim gibi omuzlarına doğru salsa çoktan yeni birisiyle tanışmıştı ve bu matem dönemi de bitmişti” diye araya girdi henüz açmamış ama açması halinde adanın en havalı mor / pembe çiçekli saçlarına sahip olan Begonvil Hanım. Anneme bir bakış atmıştım. Gerçekten de geceleri yatağa yatarken o kıvırcık, kızıl saçlarını açtığında odaya güneş doğmuş gibi oluyordu. O kadar güzel saçları ve narin bir yüzü vardı. O ise saçlarını adadaki rutubetten ötürü kabarıp, adeta bülbül yuvasına dönüyorlar diye sımsıkı bir şekilde tepesine topluyordu. Acaba ona saçlarını açmasını söylesem beni dinler mi diye düşünüyordum… “Hiç boşuna deneme… Ben en az kırk kere söyledim, tek bir sefer olsun ciddiye almadı…” dedi Dut. “Duymamıştır belki” diye yanıt verecektim ama annemin doğayı, hayvanları ve Ada’yı çok iyi duyduğunu, başka insanlara görünmeyen her şeyi de ondaki farklı bir gözle gayet net görebildiğini biliyordum. O Prens Adaları’nın yaratılışlarından itibaren sihirli olduğuna, o yüzden tarih kitaplarında “Cin Adaları” diye de isimlendirildiklerine ve en önemlisi de onların üzerinde yaşamış her varlığın bu sihirden derinine etkilendiğine inanırdı. Ona göre insanlar, hayvanlar ve bitki örtüsü yaşayacakları adaları seçmezdi. Bilakis Prens Adalar’ı bilinçli bir şekilde kendilerinin üzerinde var olacak olan ruhları seçip, kendilerine doğru çekerlerdi. Böyle düşünen birisinin de ona denilmiş şeyleri duymadığına inanmak kedi saflığı olurdu.
“Sürekli toprağı koklamaktan vaz geç de arada başını gökyüzüne kaldır Mırmır, her an leyleklerin gelişine şahit olabiliriz!” dedi annem gülümseyerek. Mavi çam bunun üzerine kaşlarını hafifçe kaldırarak “Sana dememiş miydim?” bakışı attı. Akşamüstü çayına ihtiyacı varmışçasına esnerken aynı zamanda da konuşan Begonvil Hanım “Neden o olaydan beri tüm erkeklere güvenini yitirmiş gibi yaşıyor, neden kadınlığından utanırmışçasına saçlarını saklıyor anlamıyorum? Onun sevgisini taşıyamamış olan sünepe utansın” diye çıkıştı.
Annem sanki konuştuklarımızı duymuşçasına araya girdi ve “Biliyor musun Mırmır? Terk edildikten sonra en çok onun arkasından üzülüyor olmaktan ötürü utanıyordum. Güçsüz birisi olduğumu düşünüyordum. O yüzden sonbaharları hiç sevmem. Fakat sonra bir gün bahar geldi ve ben çok sevdiğim dut ağacımızın gölgesinde, çok ünlü bir psikanalist olan Freud’un kendi kızı Anna’ya yazdığı mektubu okurken şu satırlara denk geldim ‘Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğunun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre sırtını dayadığın bir nesne aniden giderse sende o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok’ diyordu. Sırtımı yasladığım Dut’umuza bana o kitabı seçtirip, okuttuğu için teşekkür ettim ve kafamı kaldırdığımda da gelmekte olan leylekleri gördüm. Onlar bereket, uğur ve yuva simgesidir. Sevdiğimi alan Ada’nın bana başka bir ilk baharda çok daha uygun bir eş vereceğini de biliyorum” dedi.
Dut duygulanmış, ona sarılmak istercesine yapraklı kollarını açarak hafif rüzgârda sallıyordu. “Daha iyi bir zamanlama olamazdı! İşte bakın oradalar! Geliyorlar!” diye pembe ve heyecanlı bir çığlık koyuverdi Begonvil Hanım. Annemle aynı anda gökyüzüne başımızı kaldırmıştık. İlk bahar gelmişti ve leylekler Ada’daki yuvalarına geri dönüyorlardı…