Küçücük elleri vardı, küçücük gözleri, o gözlerinin biraz altında minicik bir burnu ve insana gülümsemeyi sevdiren güleç dudakları vardı.
Elbisesinin eteği fırfırlı, pazen bir kumaştandı, askılarının ucunda, dört başı mağrur, dört yapraklı bir gonca çiçeği vardı.
İzmir’in sabah güneşi yüzüne vurdukça, ayçiçekleri misali, ellerini yeni uykudan kalkmış bir hareketle gerer, o tatlı tebessümü, yeni gün gibi dünyaya dolardı. Tüm çocuklardan bir farkı yoktu esasında, aynen diğerleri gibi süper güçlere sahipti. Aynı anda doktor, anne, şoför, kuaför, süper model olabiliyordu.
Çok zengin bir kadın olmasına, terliğinin yırtık ucu mani olamıyordu mesela…
Avucunun içi gibi bilirdi, televizyonda bir şekilde duyduğu bütün şehirleri.
Ve tüm uçaklar, gemiler, trenler onu, o şehirlere götürmek üzere emrine amade beklerdi. Pamuk Prenses’te o idi, Sindirella’da. Ya da mahallenin en yakışıklısı Emir Ağabeyin nişanlısı, Aysun Abla da o idi.
Türlü türlü yeteneklerinin yanı sıra, tütün işçisi anacığının da bir numaralı yardımcısıydı. Anacığı her gün sabahın köründe, evlerinin neredeyse iki kilometre uzağında ki caddeden geçen servise, elinde gazete kâğıdına sarılmış yarım ekmeğinin olduğu çıkısı ile giderdi.
Babasını hiç görmemişti küçük kız, Almanya’ya giden ilk işçi kafilesi ile gurbete gitmişti. Anacığını ve o vakitler altı aylık olan küçük kızı da bir iki seneye yanına aldıracaktı; olmadı. Galiba babası, ona ve anacığına hiç aldırmamıştı. Ve esas sebep bu diye söylenir dururdu bir tanecik anacığı…
Babaannesi, gelinini, oğlundan ve kızından daha çok severdi.
Öyle ya, bunca yıldır gâvur bir kadına tutulan hayırsız oğlunun ve damadının bir dediğini iki etmeyen kızından daha çok yaşlı kadına sahip çıkmıştı gelini. Hele ki oğlundan sonra, birbirlerinin can yongası olmuşlardı. Küçük kızın saçını da en güzel babaannesi örerdi.
Zaman su gibi akıp giderken, bütün rüzgârlara karşı, kendinden emin bir şekilde dikilen, o sert kayaları aşındıran tek varlığın, su olması da, ilginçti.
Hani küçük izlerin, kocaman gediklerin başlangıcı olduğu oradan belliydi.
Küçük kız bir sürü defteri, okuduğu bir sürü kitapta ki sorulara cevap yazarak doldurduktan, anası tütün fabrikasından emekli olduktan, babaannesi Allah’ın rahmetine kavuştuktan sonra…
Babası ile ilgili tüm soruları duymazlıktan geldikten, ısrar ile bu soruya cevap bekleyenlere ‘’ölmüş..’’dedikten sonra…
Mahallenin yakışıklısı Emir Ağabey ile o cadı karısı Aysun, üçüncü çocuklarına kavuştuktan ve bizim küçük kızın bu aşktan ümidi tamamen kesildikten sonra…
Mahalleye bir sabah traktör gürültüsü yüklü bir kamyonla yeni komşuları gelene kadar her şey kendi rutinliğinde ilerliyordu.
Annesi seslendi bizim küçük kıza
‘’Kızım, yanımızda ki eve yeni kiracılar gelmiş. Elleri değmez onların şimdi, çay ile pişi yaptım, bir koşu götürüver...’’
Üfleme püfleme dedikleri olay bu günler içindi. Üfleye püfleye yeni komşularının kapısını çaldı, onlardan önce, bu eve gelen beş yeni komşuları gibi… Nasıl olsa bir iki yıla kalmaz onlarda buradan giderler diye içinden geçirdi kapının ziline kısa kısa basarken.
Kapıyı boyu boyuna, belki de huyu huyuna esmer güzeli, ela gözlü, kısacık saçlı, omuzları geniş bir genç açtı.
Bizim kız belki de büyümüş olduğunu, aynada göğüslerine baktıktan sonra ilk kez bu anda hissetti. Kalbi sudan çıkmış balıkları kıskandırarak, döşünde hızlı hızlı, oradan buraya atıyordu…
‘’Çay’’ dedi ürkek bir sesle ’’Annem, çay demlemiş size.’’
Oğlan çaydan ziyade, bizim kızın kahverengi gözlerine bakıyordu. İki kenara atılmış örgüleri ile küçüklüğünden beri büyük bir intizam ile bakıldığı her halinden belli olan saçları, bir meleğin huzmesini anımsatırcasına, gözünün önündeydi…
Ve annesine seslenmek geldi oğlanının içinden
’’Anne, anne…
Melekler gerçekmiş…’’
Sonrası artıp giden bir muhabbet, alınıp verilen ders notları, ortak arkadaşlar sayesinde daha uzun geçirilen saatler…
Dinledikleri aynı radyo programında birbirlerine tutulan Sezen şarkıları…
Sonradan yırtılacak olan ama o an için, kendilerini çok önemli şairler gibi hissetmelerini sağlayan, birbirlerine yazdıkları aşk şiirleri…
Oğlan daha yakışıklı, kız daha güzel görünüyorlardı artık dünyaya.
Ve dünya da, daha güzel görünüyordu bu genç aşıklara..
Oysa halen, akşam haberlerinin büyük bir kısmında Arap Ülkelerinde patlayan insanlar, patlamayanların başlarına da yağan 3.500 ton özgürlük vardı. Gazetelerin üçüncü sayfasında cinnet geçiren babaların olması da, babası olmadığı için bizim kızın pek bir umurunda olmamasına rağmen, zirvede ki yerini koruyordu.
Sonra iki günlüğüne, annesi yeni doğum yapan, liseden arkadaşı Sedef’e yardımcı olmak için onlara gitti. Kız muhabbeti idi. Kendilerinin dışında, lisedeki bütün kızların güzelliklerine birer bahane bulduktan sonra, lisenin en güzel kızlarının kendileri olduklarına karar verdiler. Pencereden dışarıya baktı ve gökyüzünün simsiyah karanlığında birer mum misali asılı olan yıldızlardan en parlağını bakarak ’’Çok seviyorum’’ diye içine dolan aşırı mutluluğu, dudaklarından bal gibi bir kelime ile dökmüş oldu.
Evine dönerken sokağın başındaki akranı kızları hin gülümsemelerine bir anlam veremedi. Ta ki aşkının camları artık perdesiz olan evlerini görene dek.
Şom ağızlıydı!
‘’Zaman durur mu dünya durduğunda? Bütün canlılar ve de cansızlar uzay boşluğuna mı düşer?’’ gibi soruların hepsi boş geldi gözüne.
Dün gece, onun için yıldızlara bakmış ve içinden en şaşalı olanını, onun için seçmişti.
Bu gün gece olacak mıydı?
Peki ya o büyük ve de parlak yıldız kayacak mıydı gökyüzünde ki yerinden?
Annesi de babası için hiç yıldız tutmuş muydu?
ARTIK BİLİYORDU O ŞARKIYI,
YILDIZLAR DA KAYAR, DURMAZDI YERİNDE.
Ansızın çıkan bir baba tayini, rotasının değiştirmişti hayatın. Aşkının kum beji duvar boyası odasına baka kaldı sokaktan, aslında kum bejini hiç sevmediğini fark etti. Bu evi, bu sokağı, bu şehri, bu ülkeyi ve de bu dünyayı; Hiç sevmediğini fark etti.
Zaten perdesiz ev, hırsızlık gibi ayıptı.
PERDELERİ NE KADAR SEVDİĞİNİ FARK ETTİ…
BU EVİ…
BU SOKAĞI…
BU ÜLKEYİ, BU DÜNYAYI VE DE ONU.