HEMEN MAGAZİN İZMİR'E ABONE OL!

Fedai Ünal

Uzun yollar, engİn dağlararasında bir cennet; Gİrdev Yaylası…

Magazinizmir

Dağlar benim meskenim olmasa da dağları çok seviyorum. Daha doğrusu doğada olmayı, çadırda uyumayı, biraz üşümeyi, ısınmayı, sıcak sohbetleri, dostluğu seviyorum…
Her zaman dediğim gibi ben “lezzetin muhabbetine âşık, gezmenin hedefe varmak için değil keyif için yapıldığı anları seviyorum…”
Fethiye Gençlik ve Doğa Sporları Kulübü (FEDOS) ile tanışmam da aynı duyguları taşıyan Seçkin ve Nevzat abim sayesinde oldu.
İlk kez Salda Gölü’nde kurduğumuz kampta tanıştık FEDOS dostlarıyla. Bir daha da hiç kopmadık. Salda kampının ardından kasım ayının ortaları için bir tarih belirlendi ve o gün gelip çattığında biz İzmir’den, bazı dostlar Denizli’den, Antalya’dan düştük yollara. Buluşma yerimiz sevgili dostum Emir Taylar’ın ekstrem sporlar mekanıydı.
Normalde 3 saatlik yolu dura kalka 6 – 7 saatte katettik. Çine de acıktık, kızarmış tavuk ararken Çıntar mantarlarına dayanamayıp kampta yenir deyip biraz aldık. Hele yol üzerinde bir teyzeden öyle güzel limonlar aldık ki yol boyunca kabuklarıyla yiye yiye bir hal olduk. Yemek molamızı Çine Barajını tepeden gören müthiş bir manzara eşliğinde Seçkin abinin arabasının kaputunda yedik. Kızarmış tavuğun lezzetini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Hele üzerine içilen taze çay müthişti. Sonra Akyaka’yı, Gökova’yı ve uçsuz bucaksız denizi görebileceğiniz Seyir Tepesi’nde durduk. Yemeğin üzerine kaymaklı ekmek kadayıfı oldu desem yeridir. Yol boyunca daha nice şahane manzarayı kaçırmamak için dur kalklarla devam ettik yolumuza.

Fethiye’de greyfurt ağaçları arasında kamp

Akşam saat 17.00. İşte kamp yapacağımız buluşma noktasına geldik. Kamp alanımız bir greyfurt ve limon bahçesi. Zaman kaybetmeden çadırlar kuruldu. Ateş hemen yakıldı. Akşam yemeği hazırlıkları başladı. Kim ne getirdiyse, karınca kararınca yapmaya başladı. Çine pazarından aldığımız çıntarların tam zamanıydı. Bir bölümünü mangala birazını da tavaya atıp kızarttık. Lokum gibi oldular. Girdev kampına katılacak diğer arkadaşlarda yavaş yavaş gelmeye başladılar. Masa kalabalıklaştıkça muhabbet derinleşti. Bir iki kadehten sonra herkes ertesi günün heyecanı ve günün yorgunluğu ile çadırlarına çekildi.

Akdağlar Girdev’e tırmanış

Sabah horoz sesleriyle uyandık. Seslere 
Sabah horoz sesleriyle uyandık. Seslere karışan greyfurt ve limon kokuları adeta burnumuzun direğini titretti. Hızlıca bir kahvaltı ve aynı çabuklukta kampın toplanmasıyla cipler muntazam bir disiplin ve sıra ile hareket etti.

Toplam 13 -14 araç çıktık yola. Sonradan katılanlarla 17 cip olduk. Konvoy liderliğini sevgili dostumuz Serdar Uyanık yapıyordu. Bizim aracımız tam donanımlı olmadığından ve bir hafta önce yapılan keşifte yer yer çamur çukurları gözlemlendiğinden ben, Seçkin ve Nevzat abi diğer araçlara dağıldık. 

Biz Seço ile lider araca düştük. En önde olmak ve Serdar’ın rehberliğinde gitmek şahaneydi. Yol boyunca yapılan sohbette Serdar’dan çok şey öğrendik. Hem kamp hakkında hem de böyle konvoyların idaresi hakkında. Tırmanış sırasında doğanın değişimine, bitki örtüsünün çeşitliliğine bayıldık. En çok da sedir ağaçlarını sevdik. Bayıldık desek daha doğru olacak. Tabii elmaları da unutmamak gerek.

Yavaş yavaş göle doğru yaklaştıkça manzaranın büyüsüne kapılıp derin bir sessizliğe bürünüyor aracımızın içi. Ta ki Serdar’ın “Haydi arkadaşlar acele edelim, karanlığa kalmadan kuralım çadırları.” sözüne kadar.

Yansın ateşler, pişsin yemekler

Bulunduğumuz alan bir tel örgüyle çevrili. Fethiye’de kaptanlık yapan Erdinç Öğütveren dostumuza ait bir arazi. O da doğa tutkunu ve gezgin bir dost. Biz gitmeden önce iki gece yakılmak üzere epey bir odun stoklanmış kamp alanına. Önce gözüme fazla görünse de gece neden bu kadar çok odun stoklandığını anlıyorum.

Ayaz başlamadan çok hızlı bir şekilde çadırlarımızı kurup ateşimizi yakıyoruz. Ateş yanar yanmaz gündüz aydınlığını kaybetmeden bütün kamp sözleşmişçesine yemek yapmaya başlıyor. Bizim mönümüz diğerlerinden biraz farklı. Herkes salata mangal yaparken, biz yaptığımız tavuğun yanına benim meşhur biberli bulgur pilavını da ekliyoruz. Çine civarında bir teyzeden aldığımız limonları da kabuklarıyla doğrayıp tuz ve zeytinyağı ile şenlendirip masaya koyuyorum. Limonlar öyle lezzetli ki daha tabağı masaya koyar koymaz “aa bu ne” deyip dalıyor herkes. E ben de bitmeyen salata misali sürekli tabağa limon doğruyorum. Herhalde bugüne kadar hiçbirimiz bu kadar limon tüketmemişizdir.

Ve işte gece. Ayaz başladı. Ateş başında sohbette. Herkes tek tek tanıtıyor kendini. Nerden geldi, ne iş yapıyor, neleri seviyor… Böyle sürüp gidiyor sohbet. Ateş köze dönerken sohbette bir o kadar sıcak ilerliyor. Tabi saatte öyle. 
Gece yarısı oluyor. Ertesi gün için güç toplamak üzere kimi aracına, kimi çadırlarına gidiyor yatmaya.
Biz de her kampta olduğu gibi Seço ile tutuyoruz çadırın yolunu.

Gece tuvalet eziyet ama manzara şahane !

Çadırımızın içine girerken fark ediyoruz ki çadırı biraz eğimli bir yere kurmuşuz. Önemli değil deyip dalıyoruz battaniyelerin altına. Bu arada üşümemek için aramıza sıcak su ile doldurduğumuz termoforumuzu da koymayı ihmal etmiyoruz.

Başımızı yastığa koyar koymaz uyuyoruz. Aklınızda olsun, soğuk insanı hem uyutur hem de çişini getirir.
Bizde de öyle oluyor. Sabah saat dörtte ikimiz birden uyanıyoruz. Uyku kısmı tamam da o çiş kısmı, çadıra girip çıkmak sabahın dördünde tam bir işkence.

Ancak bu işkencenin öyle bir anı var ki galiba dünyalara değişilmez. Kalkıp ihtiyaç gidereceğimiz tel örgüye doğru ilerliyoruz. Karşımızda göl, gökyüzü tam bir atlas örtü üzerimizde. Dağların silüeti göle düşmüş. Derin sessizliği hayvan sesleri, hala yanan ateşin çıtırtısı bozuyor. “İyi ki” diyoruz Seço ile “iyi ki çişimiz gelmiş…” Bu eşsiz manzarayı epeyce bir seyrettikten sonra eziyetlide olsa tekrar battaniyelerimizin altına atıyoruz kendimizi.

Şehirden IndIm köye!

Sabah oldu. Endinç’in horozları ötüyor. Kazlar birer bekçi köpeği gibi dolanıyor çevrede. Ateş tekrar harlanmış. Kamp sakinleri ihtiyaçlarını gidermek üzere hareket halindeler. Seçoyla biz de bütün karizmamızla ihtiyaç gidereceğimiz yeri arıyoruz. Durumumuzu nasıl anlatsam bilemiyorum. Tam bir “Şehirden İndim Köye” anlayacağınız. Doğa öyle bir şey ki, büyük küçük, zengin, fakir herkesi eşitliyor. Bu sohbeti yapa yapa iniyoruz tekrar kamp alanına.
Yola çıkmaya hazırız…

Yeşil Göl müthiş…

Araçlar yine hareket etmek üzere muazzam bir şekilde sıralanıyorlar. Serdar’ın telsiz anonsuyla makineler çalıştırılıyor. Hedefimiz Yeşil Göl. Bu sırada irili ufaklı yaylalar, karlı tepeler de var ziyaret edeceğimiz yerler arasında.
Epeyce sallantılı ve inişli çıkışlı bir yolculuktan sonra nihayet Yeşil Göl’e varıyoruz. Göl çok enteresan, bir yandan ortalarından su kaynarken gölün kıyılarına doğru yine kendi içinden aşağılara doğru akıyor. Bir rivayete göre ulvi bir zat kendisine yardım eden güzel bir kız için dilemiş bu gölü. Kızın gözleri yeşilmiş. Ondanmış yeşil oluşu.

Akşama tatlı var…

Kampa dönüş yolunda kıraç bir yerden geçerken önümüze çıkan ağacından bir iki ayva koparıyoruz göz hakkı diyerek. Yine sarp kayalıklar, engin dağlar aşarak kamp alanımıza varıyoruz.Ateşimiz hem yüreğimizi hem de bedenimizi ısıtıyor. O kadar çok yol gidince acıkıyor insan haliyle. İşte yemek hazırlıkları başlıyor yine. Bu sefer yemekten sonra yol üzerinden aldığımız ayvalarımızı imkânsızlıklar içinde ayva tatlısına çeviriyoruz. Öyle pek kıvamlı olmuyor ama dağ başı için hiç de fena sayılmaz. Birer lokma tadıyor herkes.

Galiba kurt tilkiyi yedi !

Uzun sohbetler başlıyor. İçkiler içiliyor. Gezilen yerler konuşuluyor. Ateş çöküyor yine kendi dibine. Yatma vakti için bir işaret bu. İkinci gece kaldığımız kamp alanının yakınında henüz yapılmakta olan kıl çadırda kalmaya karar veriyoruz Seçoyla.
O kadar yorgunuz ki yatar yatmaz derin bir uykuya dalıyoruz. Ve işte yine saat dört. Derin uykunun tam ortasında vücudumuzun isteği için çişe kalkıyoruz. Tam o anda Seço ile dehşet içinde birbirimize bakar buluyoruz kendimizi. Dışarıda öyle bir cayırtı kopuyor ki sanki birini kıtır kıtır kesiyorlar diye düşünüyoruz. Biraz korkarak ihtiyacımızı giderip ivedi kıl çadıra geri dönüyoruz.
Sabah duyduğumuz sesleri anlatıyoruz kamptaki arkadaşlara. Erdinç “Doğa böyle bir şey arkadaşlar, belki bir kurt tilkiyi yemiştir.” diyor. Ötesini sormuyoruz. Neden tel örgülü bir alanda kaldığımızı ve onca kangal köpeğinin sebebini anlıyoruz.

Dönüş yolu şahane, dere balığı efsane !

Sabah sanki onca yolu bir gitmemişiz, hiç yorulmamış gibi dinç bir şekilde uyanıyoruz. Düzen aynı düzen. Serdar komut veriyor telsizden makineler çalışıyor. Ver elini Fethiye.
Buluştuğumuz yerde sonlandırıyoruz gezimizi. Telefonlar alınıp veriliyor. Tekrar görüşmek üzere sözleşiliyor. Sarmaş dolaş ayrılıyoruz dostlardan.
Dönüş yolu başka bir eğlence deyip koyuluyoruz yola. Çine’ye kadar soluksuz varıyoruz. Barajdan aşağıya doğru sallanırken karnımız acıkıyor. Benim sürekli Muğla’ya giderken uğradığım “Balıkçı Abdurrahman”a kırıyoruz direksiyonu. Cemal ve aşçı Mesut karışıyor kapıda bizi. Hızlıca birer porsiyon çay balığı yanında da buranın meşhur gömme patlıcan turşusunu istiyoruz. Aracı kullanan arkadaşımız biraz bozulsa da biz birer kadeh rakımızı da içiyoruz elbet. Biz yemeğimizi yerken masaya öyle bir tatlı geliyor ki gözlerimiz yerinden fırlıyor. Fırında üzeri tamamen çam fıstığı ile kaplı helva. Ekmeği bana bana götürüyoruz tatlıyı.
Yapılan gezi değerlendirmesinin ardından fazla oyalanmadan çıkıyoruz yola. Soluksuz varıyoruz “Güzel İzmir”e…
Ayrılırken dağların kokusu burnumuzda bir daha ki kamp için sözleşiyoruz.
Bekle bizi Girdev yine geleceğiz…
 

 


Yazarın Diğer Yazıları
FACEBOOK İLE BAĞLAN