Şöyle diyordu bir yazı "Gezmek hedefe varmak değildir. Hedefe ulaşmadan yolda geçirilen keyifli zamanlardır."
Bu sözü okuduğumdan beri "gezme algım" değişti. Etrafıma bakışım, keyif alma duygum gelişti. Fark ettim ki ben, hedefi değil, yolda olmayı seviyorum.
Çokça andığım, adlarını birçok kez yazılarımda geçirdiğim iki değişmez kamp arkadaşım var. Biri Seçkin İyener, namı diğer @saricanta35. Diğeri de Nevzat Hepçekenler. Yola çıkmak için hızlı karar alır, hızlı da vazgeçebilen kafalarız.
İşte yoldayız yine. Öylece çıktık. Akıl Bodrum dedi çıkarken de, nasip, yol nereye götürürse artık. Aslında boş bir yolculuk bizimkisi, Seço'nun karavanını deneyeceğiz. Hoş, ben boş diyorum da, çıkılan her yolculuk boş aslında. Dolu olan yol. O da almasını, bulmasını bilene. Dedim ya karavanı test edeceğiz. Seçkin abinin deyimiyle de "mamavanı"... Mamavan, çünkü Seço karavanında her daim hayvan dostları için mama taşır. Her canlının nasibi vardır onda. Mama değil nasip taşır Seço aslında.
İşte göz açıp kapayana kadar Bodrum'dayız. MFÖ'nü "Bodrum Bodrum" şarkısı eşliğinde sallanıyoruz yokuş aşağı. Kale hemen solumuzda, alabildiğinde maviye bakıyor. Bodrum'un beyaz evleri, hemen şimdi denize açılacak bir geminin yelkeni gibi duruyor. Yokuş bittiğinde kendimizi neredeyse küçük bir İstanbul trafiği içinde buluyoruz ama olsun o kadarcık kusur olur deyip basıyoruz gaza...
Tenekede Ahtapot
Turgutreis’te bir abim var. Adı Erdoğan Uduan "Fedo siz gelin buraya şahane bir yer buldum karavanı oraya çekersiniz" dedi. Bizi Turgutreis girişinde karşıladı. Düştü önümüze. Tabir'i caiz ise, az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Şahane bir deniz fenerinin bağrına çektik karavanımızı. Alabildiğine bir kumsal, masmavi bir deniz, şahane! Daha ne isteriz ki! Erdoğan abi sağ olsun akşam pişiririz diye hatırı sayılır miktarda ahtapot getirmiş. Biz de İzmir'den giderken elimiz boş gitmedik elbet, karınca kararınca içecek bir şeyler sunduk kendisine.
Akşam gün batarken yaktık kamp ateşimizi. Yol üzerinde bir markette bulduğumuz yağ tenekesine suyu doldurduk, ahtapotlarımızı attık içine. Kâh ateşin başında, kâh karavanın içinde pişmesini bekledik ahtapotların. Gecenin sessizliğini bozan ateşin çıtırtısı eşliğinde türküler mırıldandık. Sessizliğin sesini dinledik üç arkadaş.
İşte ahtapotlar pişti. Karavanımızın küçük masasına kurduk soframızı. İzmir'den getirdiğimiz kırmızı cibez, turp otu ve hemen orada yaptığımız çoban salatamız yerini aldı soframızda. Ve sofranın kraliçesi ahtapotta gelince efsane bir sofra oldu. Şükrederek yedik karavanda ilk yemeğimizi.
İkinci gün de aynı kıyıdaydık. Öğlen yemeğimiz benim meşhur bagaj pilavını yaptık. Yanına yine bir çoban salata, off değmeyin keyfimize. Akşam karşı kıyının ışıkları denizi aydınlatırken, biz de yaktığımız ateşle yanıt verdik komşuya. Yarasın komşu...
Nasip Fedo'cum
Üç gün olmuş bile Bodrum'a geleli. Sabah ayaküstü bir kahvaltıdan sonra birden başka bir yere gitmeye karar verdik. Hemen toparlandık. Anladık ki, karavan hızlı karar verip uygulamak için bizim gibilere birebir. Nevzat abinin yol bilgisine güvenerek ayrıldık bulunduğumuz yerden. Her zamanki gibi bütün ara yolları tek tek dolaştıktan sonra çıkabildik anayola. Aman ha! Şikâyet ediyorum gibi anlaşılmasın. Biz bu durumu her defasında yaşıyoruz. Bir daha navigasyonla gideriz deyip hep aynı döngüde buluyoruz kendimizi. Galiba kaybolmayı seviyoruz biz. Bir de Nevzat abiyi.
Bodrum çıkışına doğru Seço " Fedo sen Mazı'ya gittin mi hiç?" diye sordu. "Yok, abi gitmedim" deyince çevirdi direksiyonu Mazı'ya. Yol boyunca gördüğü başıboş ne kadar köpek varsa durup mama bıraktı Seço. Bir ara iki sincap çıktı karşımıza. Kaşla göz arasında kayboldular yaşlı zeytin ağacının dallarında. Seço yine durdu, onlara da mama bıraktı Mamavan'dan. "Abi sincap yer mi bunu?" dedim. "Nasip Fedocum, sincap yemezse tilki yer, kuş yer, nasip" dedi.
Karavanı Seço kullanıyor. Ben uzun zamandır ilk kez sağ koltukta oturuyorum. Yolun, manzaranın keyfini çıkarıyorum. Mazı köyüne geldiğimizde içim merak dolu. Yavaş yavaş köyden aşağıya inerken Seço ve Nevzat abi gideceğimiz koy ile ilgili beni bilgilendiriyorlar. Tam yolu yarıladığımızda aracımızın kullanma suyu deposunu doldurmadığımızı hatırlıyoruz. Neyse ki bunu bir çeşmenin yanında hatırlıyoruz da yüreğimize su serpiliyor. Ama bir sorunumuz daha var. Yüzelli litrelik depoyu elimizdeki 5 litrelik bir kapla doldurmak zorundayız. Seço ve Nevzat abi işe koyuluyorlar. Ben şöyle bir etrafı dolanırken biraz ötedeki bir evden bir hortum soruyorum. Sağ olsunlar hemen derdimize derman oluyor Mazılı dostlar. Demek ki bi de hortum bulundurmamız gerekiyor karavanda. Tecrübeyle öğreniyoruz bunu.
Hortum yardımında bulunan genç köylü arkadaşım, karavanla denize sıfır yanaşabileceğimiz tek noktayı tarif ediyor. Oraya doğru yol alıyoruz.
Risotto!
Çam ve zeytin ağaçlarının arasından kavuşuyoruz denize. Aman Allah’ım! Yok, böyle bir güzellik. Dahası kimsecikler yok bulunduğumuz yerde. Karavanımızı alabildiğine bir deniz manzarasını görecek şekilde yerleştiriyoruz. Yolda atıştırarak geldiğimizden öğlen güneşini kaçırmamak için kamp sandalyelerimizi çıkarıyoruz. Malum, bu salgın günlerinde bağışıklık sistemimizin en önemli ihtiyacı D vitamini. Bulmuşken kaçırmıyoruz. Sonrasında biraz çevre keşfi, biraz orman yürüyüşü derken akşamı yapıyoruz.
Biz üç kişi kamp yaparken asla görev dağılımı yapmıyoruz. Yıllardır üçümüz de ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Ben yemek işlerini hallediyorum, kampımızın ateş işleri Nevzat abide, bulaşık ve temizlikte Seçkin abinin işi.
Şimdi benim sıram. Akşam yemeği saati. Yolda gelirken ne yapacağımı planlamıştım. Hatta yemeğimiz en önemli malzemesi parmesan peynirini son anda buldum.
Evet, akşam yemeğinde risotto var. Hem de ahtapotlu risotto!
Malzememiz dört dörtlük olmayabilir ama olsun varsın. Olduğu kadar, olmadığı kader diye giriştim ben yemeğe. Risottomuzun suyu için çevreden biraz ısırgan, arapsaçı topladı Nevzat abi. Eldeki havuç ve soğanla zenginleştirip hazırladım suyunu. Sonrası bildiğiniz gibi işte, azar azar su vererek hazırladık yemeğimizi. En son parmesan ve tereyağı ile birlikte ahtapotları ekledim.
Nasıl güzel oldu, nasıl güzel oldu anlatamam!
Sakalsız Marks!
Zaman böyle yerlerde çabuk geçiyor. Pazartesi gelmiş bile. Bu kadar karavan denemesi yeter deyip dönüşe geçiyoruz. Aslında Akyaka üzerinden planlıyorduk dönüşümüzü ama son anda aynı yoldan geri gitmeye karar verdik. Orman yolundan Mumculara nasıl geldik anlamadık bile. Anayola çıkmadan hemen önce otantik bir yapı dikkatimizi çekti. Aslında geçip gitmiştik yanından. Seço, görelim burayı, deyince tekrar geri döndük. İyi ki de dönmüşüz.
Yol kenarındaki bu güzel yerin sahibi Hüseyin Orhan. Mumcular'da doğup büyümüş Hüseyin amca. Halı işi yapıyor. Özellikle Mumcular, Mazı, Milas'tan aldığı halıları satıyor. Halı işinin yanında bir de merakı var amcanın. Doğayı gezip dolaşırken anlamlandırdığı taşları topluyor. Onları bir araya getirerek kendince heykeller yapıyor. Biri çok hoşuma gitti. "Bak mesela bu sakalsız Marks heykelim" dedi gülerek. Çok meraklı biri Hüseyin amca. Yerini görseniz müze zannedersiniz. Halılarını gösteriyor bize. Gezerken de bu işi elli yıldır yaptığını ancak son dönemde "turistleri iyi karşılayamadık, komisyoncuların eline bıraktık" demeyi de ihmal etmiyor. Bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Bir dahaki sefere onun arsasında konaklamak üzere ayrılıyoruz Hüseyin amcadan.
İzmir'e girerken karışıp bir parçası olduğumuz trafik kendimize getiriyor bizi.
Aklımızda ardımızda bıraktığımız yollar, yüreğimizde yollarda tanıdığımız dostlarımız yeni yolculukların planlarıyla avunarak varıyoruz sevdiklerimize...
Ha bu arada Karavanı denedik, gayet güzel...