Vapur adanın iskelesine doğru yanaşırken, inecekler arasında bir telaş başlamıştı. Ayağa kalkıyorlar, eşyalarını alıyorlar, kıyada kendilerini bekleyen kimse var mı diye göz atıyorlardı. Beni öğretmen hanıma götüren bu kimselerin de ayaklanmış ve sepetimi sıkıca kavramış olmalarından ötürü artık yaşayacağım yerin Prens Adaları’nın ilki olan Kınalıada olduğunu anlamıştım. Kınalıada tepesinde manastırı olan, çeşitli yerlerine kızıl kayalar serpiştirilmiş denizin ortasında durmakta olan ortalama büyüklükte bir kara parçasıydı. Gerçi benim gibi küçücük bir şey için o kara parçası evren büyüklüğündeydi desem herhalde cuk oturan bir yorum yapmış olurdum… Şaşırdınız değil mi? Kedilerin en büyük mahareti, yaşlarından bağımsız olarak içine koyuldukları ortamları misket kocamanlığındaki gözleriyle dikkatle incelemek ve yerinde tespitler yapabilmekti.
İskeleye çıktığımızda gideceğimiz evin adresini verip, tarif sorduklarını, oraya kadar yürümek zorunda olduklarını duydum. “Bu adada fayton yok sadece yük arabaları var onlar da insan taşımıyor, yürüyeceksiniz” demişti danıştıkları kişi. “Fayton nedir ki?” diye düşünürken, çokta fazla merak etmeme gerek kalmaksızın “Atlı arabaları koyacakları geniş bir alan veya meydan olmamasından ötürü herhalde” diye yorum yaptılar… Demek ki insanlar her türden hayvanı alıp, istedikleri gibi zapt edebiliyorlardı. Mesela fayton dedikleri şey atların arabalara koşulduğu araçlardı… Acaba o atlar da anne babalarından ayrılmak zorunda kalmış mıydı? Yoksa ailecek mi arabaları çekmeye zorlanmışlardı? Güzel bir günde adanın tepesinde, manastırın o rüzgârlı yeşilliğinde hür bir şekilde koşma, otları yeme, keyifle deniz kenarına inip suya girme hakları var mıydı? Yoksa yorgunluktan ölene, açlık ve susuzluktan kavrulana kadar o dev tekerlekli araçları bir aşağı bir yukarı taşımaktan mı ibaretti hayatları? Peki ya bu öğretmen hanım bana ne yükü taşıtacaktı? Annemden ayrılmış olmanın dayanılmaz ağırlığı zaten omuzlarımdaydı… Bu duygusal mecalsizlikle fiziksel bir yükü sırtlanabileceğime inanıyorlarsa çok yanılıyorlardı…
Adanın sokaklarından geçtiğimizi hasır sepetin aralıklarından görüyordum. Öğretmen hanıma pastaneye uğrayıp, çay yanında yemek için tatlı aldılar. “Tatlı yiyip, tatlı konuşuruz” dediler. Evet, onlar tatlı yiyecekti ama kimsenin aklına benim karnımın da acıkıp acıkmadığı gelmiyordu… Tatlı neydi bilmiyordum ama ben annemin tadı benim için eşsiz olan o güzelim beyaz sütünü özlüyordum. Muhtemelen bir daha asla görmeyeceğim, koklayamayacağım, sinesine sokulamayacağım annemin… Herhalde şu anda kardeşlerim yaramazca kafalarını annemin göğüslerine vurup, keyifle karınlarını doyuruyorlardı. Kim bilir belki de bu öğretmen hanım benim aç olduğumu akıl eder, karnımı doyurmayı teklif ederdi…
Adanın büyük top sahasının karşısından yukarı doğru tırmanan bir rampayı çıkıyorduk. Yorulmuşlardı. “Ne kadar uzun süredir böyle yürümemiştik, hamlamışız, iyi egzersiz oldu” dediler. Soluk soluğa kalmışlardı. Demek ki faytona binseydik, terleyecek olan atlar olacaktı. “İyi ki de fayton yoktu, ne mutlu ki at arabasına binemedik ve hayvan arkadaşlarım da yorulmadı, üzülmedi” diye düşündüm. Rampanın başına geldiğimizde “İşte lojman” dediler. “Burada mı kalıyormuş?” diye sordu bir tanesi. “Evet, ne güzel değil mi? Bahçesi de var” diye yanıtladı diğeri. Yeni annem olacağını tahmin ettiğim öğretmen hanım bu lojman dedikleri üç katlı apartmanda yaşıyordu. “Yaz kış burada değil mi?” diye sordu ilki. “Evet, tayini başka bir yere çıkana kadar adada öğretmenliğe devam edecek” diye yanıtladı diğeri. Mesleğinden ötürü başka bir yere gitmemiz gerekirse acaba orası da böyle bahçeli olur muydu? Daha önce bahçede bulunmamış, oynamamıştım ama öğretmen hanımın bahçesini çok sevdiğimi itiraf etmeliydim. Kocaman ağaçlar, güller, yemyeşil çimler vardı ve şen şakrak kuşlar etrafta uçuşuyordu. Belki biraz büyüdüğümde beni bahçeye bırakır diye ummuştum.