Mantık sizi A’dan B’ye götürür, hayal gücü ise her yere. Uzaklara uzanmak oralara gitmek hep bitmeyen sevdamdı benim. 8 saatlik yürüyüşler, 6 saatlik bisiklet, 11 saatlik uçak , 24 saatlik otobüs , 40 saatlik tren yolculuklarını çok yapmışımdır ama yanı başımızdaki komsularımıza anca sıra geldiğini fark ettim herhalde vize ile uğraşmak hep zor gelmişti bana. Bin yıllardır süre gelen toprak kavgaları, savaşlar, ölümler, sevgi, nefret, peygamberler, haberciler ve daha birçoğu bu toprakları kullanarak amaçlarına ulaşmak istemişlerdi. Şimdilerde de pek sakin görünmüyor bu topraklar. Her şey sanki pamuk ipliğine bağlı orta doğuda.
Bu toprakların esrarı neydi? Yıllarca Haçlı seferleri bu topraklar için yapılmamış mıydı? Mısırın Firavunları bu
topraklarda ne arıyordu? Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz.İsa, Hz Davud, Hz Muhammed hepsi bu topraklardan geçmişlerdi. Öğretilerine buralarda başlamışlardı ve buralardan dünyaya yayılmışlardı.Bu toprakların bin yıllar öncesinde, birçok kutsal insan tarafından geçilmiş olması ve etkisinin halen sürmesi bizi bu topraklara doğru yöneltiyordu.
Hz. Muhammed’in ilk keşfedildiği yer Suriye, Hz.İsa’nın ilk söylevlerini verdiği yer Ürdün’de, Hz Davud’un türbesi Ürdün ’de, Hz.Musa’nın halkına vaat edilen kutsal toprakları(Kudüs) işaret ettiği Ürdün Mount Nebo ve diğerleri ve tabi ki en önemlisi de Wad-i Rum çölü. Bizleri buralara gitme fikri bile heyecanlandırmıştı.
Hadİ beraber
gezelİm...
Kızıl, sıcak, düşsel bir dünya görme duyusunu yanılsamaya
uğratan sonsuz bir düzlük burası evet çöldeyiz.
Uzun bir sürüş yine bizi bekliyor ve birden yağmur yağıyor altına saklanabileceğimiz hiçbir şey yok uzun bir sürede olmayacağı belli. Sürmeye devam ediyoruz göz gözü görmüyor biz de kenara çekip bekliyoruz yağmur bir anda diniyor. Akabe’ye yaklaştığımızda hava kararmıştı. Yemeğimizi yedikten sonra da Kızıldeniz sahilinde hoş bir akşam turuna çıktık. İçecek bir şeyler alıp odamıza çıkıyoruz sohbet koyu saat ilerliyor uykudan biraz fedakârlık edip geç saatlere kadar oturuyoruz daha sonra güzel bir uyku çekiyoruz. Ürdün’ün Akabe kentinden Kızıldeniz’e bakarken karşı kıyı da İsrail, hemen yanında Mısır topraklarını görmek, Suudi kıyılarının 5-10 kilometre öteden başladığını bilmek aslında “sınır” ların ne kadar da yapay ve saçma bir şey olduğunu anlamaya yetiyor. Sahilde dikili olan devasa Arapbirliği bayrağı İsrail’den görülecek büyüklükte yapılmış.
Ertesi güne sabah 7’de başladık. Otelin bizim için ayarladığı Kızıldeniz’de dalış için otelin önüne gelecek ring i bekledik oradan da direkt dalış okuluna. Hazırlanmış çardağın etrafına toplandık. Rehberimiz bize tek tek nerelerde dalış yapıldığını anlattı. Hava da hafif hafif ısırıyor, “girmesem mi acaba ” diye kafamda hala soru işaretlerim var tüm takımlarımızı giydikten sonra bodylere ayrılıyoruz sırtımızda tüpler hatırı sayılır ağırlıkta ve denize kadar yürüyoruz burada ayrıntılı bir brifingten sonra Kızıldenizdeyiz..
Kızıldenİzdeyİz
Hava da güzel mi güzel. Ben zannediyorum ki, buradan bir tekne bizi alacak ve açık denizde atlayacağız. Nerede! Meğer oracıkta dalış yapılıyormuş.
Adımınızı atar atmaz mercanlar, envai çeşit balıklar ve üstelik sahilin beş metre ilerisinde 9-10 metrelik dalışa uygun çukur yerler var. Hatta etrafı işaretlenmiş yanlışlıkla, insanlar yürüyerek girip, boğulmasınlar diye de dubalar konmuş.
Akabe’de 23 km lik sahil şeridinde Kızıldeniz’in güzelliklerini sergileyecek pek çok dalış noktası bulunuyor, 1986 yılında, kendisi de bir dalıcı olan şimdiki Kral Abdullah’ın emriyle batırılmış bir batığa dalıyoruz. İki mercan tepesinin üzerinde yan yatmış olarak duran 81 metre uzunluğundaki gemi görkemli duruşuyla iyi bir dalış noktası. Batığın üst kısmı (sancak tarafı) 11-12 metreden başlarken, en derin noktası (iskele tarafı) 28 metre civarında. Dolayısıyla, dalışa yeni başlayanlar tarafından da keşfedilmeye uygun bir derinlikte, üzerindeki canlı yapısının zenginliği ile dikkat çekici. Bu arada döndükten sonra günübirlik Mısır tarafına dalmaya gidilebildiğini de öğrendik, bu açıdan da değerlendirilebilir.
Dalış bittikten sonra otele dönüp eşyalarımızı topluyoruz Akabe de yemek yedikten sonra yolumuz Wadi RUM.
Wad-i Rum (İrem bahçeleri) Çölün sonsuzluğunda kaybolmak.
Bugün artık gezinin başından beri özlemini çektiğimiz Wad-i Rum.
Yani çöle yolculuk yapıyoruz.
Wad-i Rum Kur’an da bahsedilen yer burası. Eskiden bir vaha iken şimdilerde çöl olmuş ve bilinmezliğe doğru bırakmış kendisini. Burası bilinen bir yer ve ziyaretçisi oldukça fazla. Çöl uçsuz bucaksız olduğu için sadece kendiniz varmışsınız gibi.
Çöle girerken cüzi bir rakam ödeme yapıyorsunuz 3 kişi 15 JD 30 TL. Daha öncede çöl görmüştüm ama burası bir başka geliyor ruhuma. Kayaları mı, toprağı mı, havası mı anlayamadım ama yine de insanın içine huzur veriyor.
Bugün çöldeyiz. Öğleye doğru girdik ve elimizde Wadi Rum a ait bir harita.
Çölde yaban hayatıyla da karşılaşıyoruz. Çöl develeri ve çöl keçileri aralarından geçip gidiyoruz kampımıza doğru hava kararmaya başlıyor görüntü mükemmel önce tepenizde gökyüzü mavisinden, ufukta güneşin altın sarısına doğru değişen renkler, zaman ilerledikçe tepenizde lacivertten ufukta kızıla doğru geçmeye başladı. Bu arada pembe çöl kumu ve kayaların renk değişmeleri... Derken, hava karardı. Ben Çoban Yıldızı’nın dünyayı bu kadar aydınlatabileceğini düşünemezdim. Ve yıldızların bu kadar çok olduklarını bilmiyordum... Ve böyle bir sessizliğin olabileceğini... Ve böyle bir boşluğun...
Wadi-Rum
Tıpkı Lawrence’ın tarif ettiği gibi “Uçsuz bucaksız sonsuza yankılanan ve tanrısal... Hayal gücünden daha yüce bir meydan okuma...” Çöl ay vadisi de denilen Wadi rum, o zamana kadar neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz bedevi çadırlarında kalmaya gittiğimiz ama şık bir misafirperverlikle konforu, sıcak bir duşun ardından güzel bir yemeği bulduğumuz, kamp ateşinde kumun üzerine düşen alevlerin gölgesinde şarabımızı içerken Ürdünlü bir grupla tanışıyoruz. Bizim gibi kampta kalmaya gelmişler, tipik tanışma muhabbetinin ardından kendimizi şarkılar söylerken buluyoruz, ortak paylaştığımız kültür bize benzer melodiler tanıdık müzikler sunuyor. Çölün ortasında yaktığımız çalı çırpının kısa ömürlü ateşi bazen darbuka ritimleriyle canlanırken bazen de duygusal bir aşk şarkısıyla sönmeye yüz tutuyor, birbirimize bakıyoruz burada olmanın herhangi bir karşılığı olamaz, Lawrence haklıymış böyle bir gecede ay ışığında oturmuşken hayal edemezdik bu güzelliği diyoruz.
Gizemli ay ışığının süslediği mükemmel bir gece hayal et içinde Ürdünlü arkadaşlarla geçireceğiniz bir geceyi içine ilave edin.
Ürdün topraklarının %80’i çöl. Bu çölün en güzel yeri ve belki de dünyadaki en güzel çöl ise Wadi Rum bölgesinde. Koruma bölgesi ilan edilmiş olan Wadi Rum, kum çölünü yırtarak çıkan kayalık dağlar arasında oluşmuş vadilerden meydana gelen bir bölge. Çöl de zaten, bu kayaların milyonlarca yılda rüzgâr erozyonuna uğramasıyla oluşmuş. Ortalama rakımı 900m olan bölge aynı zamanda Ürdün’ün en yüksek noktası olan Jebel Ram’ı (1,754m) da içinde barındırıyor.
Arkadaşlardan ayrılıp yolumuza devam ediyoruz.
Bugun rotamız Petra ardından Amman da akşam yemeği ve benzin molası veÜrdün-Suriye sınır geçişi sonrası Hums ve Şam da konaklama.Bu araya Lut gölünüde sıkıştıracaktık ama Tümay ın motorunda akü problemi bizi biraz korkuttu ve geceye kalmak istemedik.
PETRA “...zamanın yarısı kadar eski, gül rengi şehir...”Petra daima, sadece görülerek anlaşılabilecek bir mucize olarak kalmalı herkesin aklında.
Mutavazi Gezgin kimliğimle dünyanın birçok köşesine motosikletli motosikletsiz geziler yapmış olmama rağmen hiçbiri bana göre geçmişimize açılan, geleceğe de dair dersleri oluşturan büyüleyici bir pencere niteliği taşıyan Petra’nın etkisini bende bırakmamıştır. Nebatilerin kumtaşından yarattığı Petra, mimari alandaki mucizeleri ve doğal güzelliği gibi insanlığa sunduğu derslerin kalıcı olması nedeni ile bizim gibi tüm gezginlerin kalbinde taht kurduğuna inanıyorum.
Nekadar yazılırsa yazılsın, nekadar söylenirse söylensin, Petra, öyle sözle, fotoğraflarla, yazıyla anlatılabilecek bir şehir değil. Ortadoğu’nun geçmişine işaret eden, bu renkli geçmişi kendine özgü renkleriyle ziyaretçilerine anlatan Petra’nın ihtişamı ancak görüldüğünde anlaşılabilir. 19. yüzyılın İngiliz şairi J. W. Burgon nasıl anlatmaya çalışmış Petra’yı birkaç kelimeyle; “...zamanın yarısı kadar eski, gül rengi şehir...”
6 Aralık 1985 tarihinde UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası listesine dahil edilmiştir. Peru’da yer alan Machu Picchu ile kardeş şehir.
7 Temmuz 2007 tarihinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçilmiştir.
Ticaretle yoğrulan, dinle şekillenen Ortadoğu’nun kadim topraklarında, pek çok uygarlık doğmuş, gelişmiş ve günümüze kadar ulaşmayı başarmış. Ancak, pek çok uygarlık da tarihin derinliklerinde yok olup gitmiştir. Uygarlıklar ortadan kalksa da onların kurduğu muhteşem kentlerden geriye kalanlar günümüze kadar gelebilmiş.
Önceleri, bu yolları kullanan kervanları yağmalayarak yaşamlarını sürdüren göçebe Nabatiyanlar, zaman içinde kervanlara korumalık yapıp, vergi alarak daha çok para kazanmaya başlamışlar.
Petra
Uzun yıllar gözlerden uzak yaşamına devam eden kentin sessizliği, 1812 yılında İsviçreli ‘seyyah’ Johann Ludwig Burckhardt tarafından bozulmuş. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde olan bölgede fiam ve Kahire arasında yolculuk yapan Burckhardt, Wadi Musa Dağları arasına gizlenmiş antik bir kentten söz edildiğini duyarak Petra’ya gider. Petra’da yaptığı çizimler ve aldığı notlar daha sonra kitap haline getirilince Petra Avrupalıların da dikkatini çeker. Antik Yunanca’da ‘taş’ anlamına gelen Petra’ya, yüksekliği 200 metre, genişliği ise 5 metre olan dar bir kaya geçidinden giriliyor. Yaklaşık 700 metre uzunluğu olan bu geçit boyunca kayalara oyulmuş su kanalları, heykel nişleri ve çeşitli kabartmalar eşlik ediyor Petra ziyaretçilerine. Ama asıl çarpıcı sürpriz geçidin sonunda yaşanıyor. Geçit bittiğinde, Petra’nın simgesi sayılan ve ‘Hazine’ adı verilen yapı tüm ihtişamıyla ansızın çıkıveriyor karşınıza. Her ne kadar adı Hazine olsa da aslında burası kayalara oyulmuş devasa bir anıt mezar. Geçmişte burada define arayanların hayalgücünün ürünü olan bu isim günümüzde de kullanılıyor. Indiana Jones serisinin ‘Son Macera’ adını taşıyan filminin önemli sahneleri burada çekilmiş..
Çok geniş bir alana yayılan Petra’nın tamamını gezmek için en az 1 tam gün gerekiyor. Bu nedenle zamanı ya da enerjisi az olan ziyaretçiler Hazine’yi görmekle yetiniyorlar. Oysa Petra da en az Hazine kadar güzel, daha onlarca kaya mezarı ve anıtsal yapı bulunuyor. Ancak tüm bunları görmek uzun mesafeleri yürümeyi gerektiriyor. Yolun bir kısmını at binerek gitmeyi tercih ediyoruz. kişi başı 4 TL gibi bir paraya. Petra’da bulunan Roma Tiyatrosu ülkemizde gördüğümüz pek çok örnekle benzerlikler gösterse de kayalara oyulmuş yapısıyla bizdekilerden ayrılıyor. Tiyatro’nun hemen arkasında yükselen kaya bloğuna oyulmuş mezar odalarının sayısı 40’ı buluyor. Burası kentin nekropolü, yani mezarlığı. O dönemin şartları gözönüne alındığında bu kayaların oyulması için nasıl bir emek harcandığını.