Hayatının her günü bir önceki güne benzemek için türlü oyunlar oynadığı ve her akşam da zaferini kutladığı bir güne uyanmıştı Deniz Hanım. Bu tekdüzeliğin içinde türlü insan manzaralarına gebeydi. Çalıştığı alışveriş merkezinin üst sınıfa hizmet eden mağazası.
Kimi zaman, ismini telaffuz edemeyecek insanların da yolu düşüyordu bu mağazaya. ‘’Altı bin lira, indirimli hali beş bin iki yüz lira. Kocamın böyle bir ceketi giyebilmesi için bir ay çalışıp, çalışmadığı saatlerde de hiçbir harcama yapmaması gerekir hatta yaşamaması. ‘’ diye mırıldananları da duyuyordu kulakları. Bu kadına acıma ifadesiyle bakıp söylenenleri de. Ve bugünün ilk daimi müşterisi mağazaya ilk adımını atarken Deniz Hanım tüm güler yüzünü sergiledi; ancak asık suratlı olmanın zenginlik göstergesi olduğunun bilincinde olan bu insanlar, direndiler bu yüze.
Rafların arasında eşlik ederken bir ses duyuldu sessizliği yırtarcasına.
‘’Hayır kızım. Bu ceketi almayacağım. Çünkü ben bu ceketi eskitemeyeceğim.‘’
Deniz Hanım’ın buz kesmişti uzuvları. Etrafına bakındı. Kimseyi göremedi. Ardından bir ses daha duyuldu ancak bu ses, sözcük öbeklerinden oluşmuyor, genç bir kadının yüreğinden dökülüp gırtlağının boğumlarına takılarak hıçkırıklı bir sese dönüşürken , ona eşlik eden hızlı adımlarla mağazanın kapısında bir genç kadın ve başı önünde onu takip eden orta yaştaki bir adam beliriyordu. Arkalarından bakakalan Deniz Hanım’ı gösterişli kadının yakınmaları kendine getiriyordu.
Ayakta geçirilmiş bütün bir gün şimdi de otobüste ayakta geçirilecek bir saatlik yolculukla taçlandırılıyordu. Otobüs Gültepe semalarında durdu.
Bacasından dumanların çıktığı tek
katlı evi uzaktan göründüğünde, anlatılmaz bir huzur kaplıyordu içini. Ancak bir tuhaflık vardı. Bugün evin bacası onu kömür grisi dumanla karşılamamıştı. Eve vardığında çarçabuk üstünü değiştirip sönmüş sobanın üzerinde duran güğümü kapıp mutfağa yöneldiğinde tezgahın üzerinde duran kağıt parçasını fark etti. Elindeki güğümün düşmesiyle ıslanan etek uçlarına aldırmadan kendini sokağa attı. Sokakların sessizliği, göğün isli karanlığı hıçkırıklarını yüreğine hapsetmesini fısıldıyordu. Koca bir dünyada küçücük bir hayattı onunkisi.
Işığı yanan evlerde akşam yemekleri yeniyor, önünden geçtiği evin perdesi aralı penceresinden bir kadının bebeğini emzirdiği görünüyor.
Biraz ötede beliren iki bisikletli çocuk eve geç kalmış olmanın telaşında hızla pedala basıyordu.
Ara sokaklar caddelere kavuştuğunda Gültepe Devlet Hastanesi karşısında belirdi.
Deniz Hanım adımlarını daha bir hızlandırdı. Bu soğuk hastanenin bitmek bilmeyen koridorlarını aşıp sıvası dökülmüş bir kapının önünde eşini ve aralıklı kapının ardında yatakta yatan babasını gördü. Ardından kapıda beliren doktorun dudaklarından dökülen cümlelerin soğukluğuna kulak kesildi. Çok geç kalınmıştı. Babası tüm belirtilere rağmen bu ölüm kokan odaya yatırılacağı anı beklemişti. Kemoterapi alarak geçireceği son aylarını sevdikleriyle geçirmeyi tercih etmişti. İki ayı kalmıştı. Deniz Hanımın hastanenin koridorlarına aralıklı kapıdan sızan yakarışları, yan odada yatan yaşlı teyzenin gözlerini yaşartıyordu.
Ağlayarak geçirilen bütün gece sonrası bir koltukta uykuya yenik düşmüş Deniz Hanım’ın küçülmüş kızarmış gözlerine günün ilk ışıkları vuruyordu. Aralanan göz kapaklarının ardındaki odanın flu görüntüsüne, babasının yorgun bedeni can veriyor, net bir kayıp giden hayat seçiliyordu. Bu netlikte çantasına gözü ilişti. Ve içindeki babası için aldığı kazağa.
‘’ Ben bu ceketi eskitemeyeceğim.’’ diyen adamı, hıçkırıklarla mağazadan ayrılan genç kızı anımsadı bir an.
Nasıl bir duyguydu bu? Ne zaman öleceğini bilmek, insan doğasına ne kadar da aykırıydı. Ölüme yürümek nasıl bir histi?
Yeni alınan bir ceketi eskitemeyeceğini bilmek!
İki ay bile geçmemişti bu hastane odasında gözlerini açtığı sabahın ardından. Boş olan yatağın üzerinde babasından kalan son bir şiir denemesi vardı. Yorgun bedenine rağmen yazabildiği son bir nottu hayata, Deniz Hanım’a.
Ölüme yürüyorum
Zamansızlığına aldırmadan
Yollarda yürüyen insanların kahkahalarına aldırmadan
Denizin kokusunun çağrısına aldırmadan
Vapurların yaşam kokan kalabalığına aldırmadan
Sıcak kumların ayaklarıma dolaşan ellerine aldırmadan
Ölüme yürüyorum.
Mezarlıklardan yükselen fısıltıları duyuyor kulaklarım,
Benim için hazırlık yapıyorlar.
En yaşlı olanı beni istiyor.
Bebeklerin ağlamaları hiç bitmiyor.
Üzerinde çiçeklerle bezeli olanların kibirliliğini,
Ot türemiş olanların sessizliği alevlendiriyor.
Ve ben ölüme yürüyorum.
Cebimdeki keşkelerimin anlamsızlığına karışarak,
Ertelediğim sevdalarımı unutarak.
Olmazsa olmazlarımı terk ederek,
Ben ölüme yürüyorum.
Hilal ÜÇER