“ “Necmi! Seni zurnanın zırt dediği yerde bekliyorum. Ömrümün nihayet makamı gez, dolaş, eğlen, coş, fakat bil ki davulun sesi kulağa uzaktan hoş. Düğünün kamberi, denizin kumu, gecemin yıldızı sensin. Seni bekler evin, barkın; unutma sakın! Benim ben ayol, kırk yıllık karın!”
Bu tuhaf satırları bir gazete ilanında onu terk eden kocası için yazmıştı. Şimdiyse elinde ilanın olduğu gazeteyle yanımdaki koltuğa oturmuş:
Ayyyy, dişçiden de çok korkarım, diye söyleniyordu.
Kınalı Kuzu diyelim biz onun adına… Dip boyası gelmiş yapay kına kızılı saçları; minik, tombik elleri ve standartların altında boyu ile ‘her daim piliç’ hali inkar edilemez bu kadın:
Sizi de hikayemle üzdüm, kusura bakmayın... dedi.
Aslında bakacak olursak,
Üzülmedim! demeyi isterdim ama Kınalı Kuzu’nun buna tahammülü yok... Yani üzgün olmayan birine. Zaten kocasına da bu yüzden çok kızarmış.:
Dünya yansa umurunda değildi ayol!
Bir geniş adam ki sorma. İşin aslı yoklukla büyümüş benim kocam.
Öyle ki çoğu zaman ekmek alacak paraları bile olmamış. Rahmetli kayınpederim bir iş kazasında kötürüm kalıp, yatalak olunca okulu bırakıp çalışmaya başlamış Necmi. Üstelik yaşı on bir bilemedin on iki ancak varmış. Hakkını yemeyelim, çalışkandır benim ki... Mütahittir... Çok zengin değiliz ama kimselere de muhtaç etmedi beni. Yalnız çocuklukta çektiği yokluktan mıdır bilmiyorum, biraz sıkıdır eli. Bozuk paraları dahi sayar sayar saklar. İşte böyle üç kuruşun bile hesabını yapar... Çocukluk dedim de hiç çocuğumuz olmadı bizim. Necmi küçükken çalıştığı inşaatta düşmüş. Ondan dedi doktor...
Susup yüzüme baktı... Doğrusu neler olup bittiğini merak etmiştim ben de. Sonuçta hangi kadın, onu terk eden kocasının ardından gazete ilanı verirdi ki? Merakımı anlamış olacak, elindeki gazeteyi fildişi sehpanın üzerine bırakıp, bir şey dememe fırsat vermeden devam etti sözlerine:
Bir kötü huyu daha vardır kocamın. Gece alemlerini pek sever. Ama yanlış anlama sakın, öyle meyhanede dost sohbetlerini.
Elimi “hayır” anlamında salladım. Kocaman bir kahkaha atıp devam etti:
Ayol olsa ne olacak zaten? O kadar kusur, kadı kızında da olur. Hem erkek dediğin; kaynar kazan... Isındıkça fokurdar. Arada havalandırmak şart!
Gülümsememe hakim olamadım...
Değil mi ama? diye devam etti. Bana şöyle bir bak! Hangi erkek benden vazgeçebilir!?
Doğrusu özgüvenine şaşırmamak mümkün değildi Kınalı Kuzu’nun.
Önceleri her akşam belirli saatlerde gelirdi Necmi. Sonraları bir iki bir iki eve geç gelmeler başladı. Bir gece hiç gelmedi hatta neredeyse öğlen vaktiydi geldiğinde. Eve girer girmez durur muyum ben de, bastım kalayı.
Bin yakar bin feryat özürler diledi. Güya içip sızmış, arkadaşları da alıp götürmüşler bir yerlere onu anlattı.
Çok içer miydi peki? diye sordum.
Yok ayol, dedi. Bende ondan inanmadım ya dediklerine. Neyse bu biraz yalvar yakardan sonra, zıbarıp yattı. Belki bir şeyler bulurum diye ceplerini karıştırdım ama nafile. Sonra telefonuna baktım ki bir de ne göreyim, yabancı bir numara neredeyse on kere aranmış. Hemen aradım, iki çalışta açıldı. Yaşlıca bir erkek sesi “Alo” dedi. Önce şaşırdım sonra kendimi toparlayıp:
Orası neresi amca? diye sordum.
Ayol Fethi Paşa Camii demez mi bana!
Kınalı Kuzunun anlattıkları karşısında istemsiz bir “Aaaaaa” çıktı ağzımdan.
Yaaaa... yaaaa... diye karşılık verdi bizimki ve devam etti:
Başta inanamadım, hatta bir iki defa da ısrarla sordum ama adam Fethi Paşa Camii diyor, başka bir şey demiyor. Ayol, ömrü hayatında bayram namazı görmeyen kocam aynı gün içinde bir camiyi niye defalarca arasın?
Hikaye giderek daha da enteresan bir hal alıyordu. Şimdi sıramın geldiğini haber verseler, hakkımı, karşımdaki deri koltukla bütünleşmiş; terden kıpkırmızı olmuş bir surat ve alaycı bir ifadeyle bizi dinleyen o kokonaya verirdim.
Kınalı Kuzu devam etti sözlerine:
Bu uyumuştu dayanamayıp gidip uyandırdım. Önce dediklerimi anlamadı, sonra cami lafını duyunca telefonumu karıştıramazsın deyip, çemkirip yattı.
Cami hakkında hiçbir açıklama yapmadı mı? diye sordum. “Hayır” anlamında başını salladı Kınalı Kuzu.
Necmi o günden sonra daha da kötü bir hal aldı. Haftanın en az iki gecesi eve uğramaz oldu. Bu durum aylarca böyle devam etti. Hatta ilk zamanlar özürler dileyen o adam gitti, yerine sorduğum her soruya kahkaha ile karşılık veren bir adam geldi. Bir gün artık asabım nasıl bozulduysa gelmediği bir gecenin sonunda, içeri girer girmez bir sinir buhranı tutuverdi beni. Kendimi kaybetmişim, hastanede açtım gözlerimi. Bu tepemde dikilmiş öylece bakıyor. Halimden korkmuş olacak, belli ki:
Peki, dedi.
Sana gerçeği anlatacağım ama bir şartla. Anlatınca beni boşayacaksın. Ya da bana hiçbir şey sormayacak ve karım olarak kalmaya devam edeceksin.
Öyle saçma şey mi olur Necmi? dedim. Bu nasıl bir antlaşma? Ne fena bir şeyler yapıyorsun ki ben onu öğrenince boşamak zorunda kalayım seni. Aldatıyor musun, adam mı kesiyorsun? Tövbeler olsun üstelik tüm bunların mübarek bir cami ile alakası nedir? dedim.
Yanlış anladın, dedi. Anlatınca sen değil ben terk edeceğim seni... Şaşkınlıktan söyleyecek sözüm kalmamıştı kocama. Bir yandan da gerçeği öğrenme isteğiyle yanıp kavruluyordum.
İstersen bir müddet düşün, taşın; bu konu benim için mühim, dedi.
Sonra kararından pişmanlık duyma. Gerçeği anlattığım vakit gideceğim.
Hikayenin bu yerinde birdenbire sustu
Kınalı Kuzu... Gözleri dolmuştu...
Su içer misin? diye sordum “Hayır” anlamında başını sallayıp devam etti:
Ben çok sevdim kocamı, dedi.
Aslında onun düşündüğü gibi değil, ona hep güvendim. Karı koca arasında sır mı olur ayol? Tek istediğim bana ne yaptığını söylemesiydi. Ona güvenmediğim için benimle evli kalmak istemediğini söyledi. Ağladım yalvardım, ayaklarına kapandım. Anlattığı şeyin bir sır olmadığını söyledim ama nafile, beni dinlemedi, çekip gitti! İnsan hiç bunun için kırk yıllık karısını terk eder mi?
Meraktan soluğumu tutarak sordum:
Eee neymiş sebebi peki?
Derin bir iç çekip anlatmaya devam etti Kınalı Kuzu...
İşte Necmi böyle söyleyince ben tabii daha da öfkelendim. Tamam dedim, kabul ediyorum, yeter ki anlat. Sonra istersen gidersin.
Nasıl o esnada sırası geldiği için çağırdılar Kınalı Kuzuyu.
Dişçinin muayenehanesinden çıktığımda hala Kınalı Kuzuyu ve anlattığı hikayeyi düşünüyordum. Dayanamadım, internetten Yenikapı’daki Fethi Paşa Camiinin telefonunu buldum. Bunu neden yaptım gerçekten bilmiyordum. Belki de Necmi’nin karısını terk etmesine neden olan bu adamı ben de çok merak etmiştim. Telefon yine iki çalışta açıldı. Yaşlıca bir erkek sesi:
Alo, buyrun, dedi. Bu İmam olmalıydı.
Afedersiniz, dedim.
Ben birini sormak istiyorum. Arada oraya uğrayan, yemek verdiğiniz bir adamı...
Necmi mi? dedi telefondaki ses. Epey oldu uğramıyor kızım. Aklı pek selim değildir. Başına bir şey gelmesinden korkuyorum.
Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Kekelememe mani olamadan sordum:
Ne... ne... dediniz? Necmi mi?
Evet, dedi İmam.
Bu geceleri düşkünlere, çocuklara bozuk paralar dağıtır. Dilenci değildir ama... Bazı geceler karnını doyuramayacak kadar da parasız kalır. Sonrasında da karnını doyurmak için buraya gelir. Ailesi var mıdır yok mudur bilemem ama gariban büyümüş her halinden belli. Bir defasında babasından yadigar bir beş kuruş mu ne varmış onu düşürmüş burada, onun için aradı durdu ama bulunamadı para. Zaten hep “Babamı üç kuruş için düşkün ettiler, kimse üç kuruş için düşmesin...” diye söylenir durur... Siz yakın mısınız yoksa Necmi’nin? Alo alo... Hanımefendi...?